RASİM ÖZDENÖREN
ERDEM BAYAZIT: SABAHA KOŞAN ADAM

Beni bu kentten kurtar beni yalnız ko git beni
Arıyorum arıyorum o ilk çağ ırmaklarında sedef ellerini
Susmam seni ürkütmesin içimde çağlar var bilmelisin
-Yok Gibi Yaşamak-

     Erdem Bayazıt o gece yatağa geç girdiyse de gözüne uyku girmedi.

     Heyecanlıydı. Böyle şeyler hep söylenirdi, ama yapılmazdı. Böyle şeyler söylenirdi, ama yapıldığını gören olmamıştı. O gecenin sabahında biri idam edilecekti. Son birkaç yıldır Maraş’ın köylerinden birinde yaşayan biri birkaç kişiyi silahla öldürmüştü. Dava uzun zamandır görülüyordu. Davanın Yargıtay’a gittiği söylenmiş, fakat Yargıtay’ın kararı hakkında kimsenin bir şey bildiği yoktu. Kentte herkes bu olayı konuşuyordu. Sonunda beklenen haber kentin ortasına, Maraş kalesinde namlusu hâlâ görülmekte olan, kurtuluş savaşından kalma ve şimdi de Ramazan günlerinde iftar ve sahur vakitlerinde atılan topun gümbürtüsü gibi düştü. Çoban Ali o sabah idam edilecekti!

     O sabahın serin ve erken saatinde bütün kent bir yöne doğru gidiyordu. İlkbaharın yaza doğru kaydığı bir mevsimdi. Herkes günlerdir bu olayın vuku bulacağı saati bekliyordu.

     O tarihte kentin biricik ve en büyük alanı olan belediye alanına yönelmişlerdi. Yıllardır sürmekte olan bir davanın sonuçlanması ahalinin üstünden ağır bir yükün kaldırılması gibi olmuştu. Bir yandan da, kimsenin beklemediği, kendilerine açıklama imkânı bulamadıkları farklı bir ağırlığı da aynı anda omuzlarının üstüne çökertmişti sanki bu karar. Herkes karmakarışık duygular içindeydi. İnsanlar birbirine infazı seyretmek isteyip istemediğini soruyordu. Kimse kesin bir karara varmış gibi görünmüyordu. Herkes birbirine aynı müphem baş eğişle bir şey söylemeye çalışıyor, fakat kimsenin kafasında sarih bir fikir oluşmadığı anlaşılıyordu.

     Erdem’in uykusu kaçmıştı. Bir yıl önce kaval kemiğinde zuhur eden ostromiyelit hastalığı bile onu bu denli tedirgin etmemişti. Aslında infazı görmek istemiyordu. Bütün bu ağır ağır seyredecek seremoniyi içinin kaldıracağını düşünemiyordu bile. Bir yandan da, böyle bir tecrübe insanın hayatında ancak bir kez rastlanabilirdi. Kaçırırsa tekrarı mümkün olmayan bir tecrübeyi ebediyen kaçırmış olacaktı. Bu karışık duygularla sabahı buldu.

     Hapishane binası evlerinin tam karşısındaki hükümet binasının içindeydi, istese, mahkûm hapishane kapısından çıkartılırken bile müşahede edebilirdi. Ama o kadarına gücü yetmeyecekti. Buna rağmen fazla gecikmeden hazırlandı. Kapıdan dışarıya çıktı. Elinde olmadan seri adımlarla belediye meydanına kadar yürüdü. Belediye meydanı hemşerileri tarafından hınca hınç doldurulmuştu. Çoğu, saatler öncesinden beri orada bekliyordu.

     İdamlık kişi ortalarda görünmüyordu. Sonra birden fark etti onu. Görevlilerin arasında, sehpaya doğru ağır adımlarla ilerliyordu. Onu sehpanın yanına kadar getirdiler. Nasılsa, Erdem, onun bağırıp çağıracağını düşünüyordu. Oysa adam, dar adımlarla, fakat itiraz etmeden ve her nasılsa, belki hayatının hiçbir döneminde yaşamadığı kadar derin bir tevekkülle, biraz sonra gerçekleştirilecek ölümüne doğru yürüyordu. Uzaktan işitilmemekle birlikte, ona bir şeyler sorulduğu belli oluyordu. İdamlık bir ara gözlerden kayboldu. Fakat fısıltı, meydanda hemen yayıldı. İdamlık, sorulan son arzusu için iki rekât namaz kılmak istediğini söylemiş ve ona namaz kılma izni verilmiş. Tekrar göründüğünde tahta bir masanın üstündeki sandalyede, elleri arkasından bağlanmış olarak duruyordu. Cellat, onun boynuna ilmeklenmiş yağlı ipi geçirmeye hazırlanırken, meydanda gizli bir uğultu yükseldi. Kimileri tekbir getiriyordu, kimileri kelime-i şahadeti tekrarlamaya çalışıyordu. Kimileri dalgın bir donuklukla ağzına götürmüş olduğu simidini gevelemeye çalışırken duraksayıp kalmıştı. Meydandaki binlerce insanın gözü tek bir noktada odaklanmıştı: idamlığın boynu! Birden kimse bir şey anlamadan, üçayaklı sehpanın orta yerinde dikilmiş olan adamın ayakları dizlerinden karnına doğru kasılıp toparlandı, sonra sallanmaya başladı. Başı yana doğru bükülmüştü. Aşağı doğru uzayan gövdenin, birden ipin ucunda döndüğü görüldü. Ayağının altındaki iskemle çekilmişti. Saniyenin onda birini bile tutmayan bir zaman aralığında her şey olup bitmişti.

Erdem, sonradan, bu olayı şöyle dile getirecekti bir şiirinde:

BOŞLUKLU YAŞAMAK
Şimdi bütün şehir bir adama yöneldi
Adam dedimse senin benim gibi bir adam
Ama kadın değil bura önemli.
çünkü ben
hiç görmedim bir kadının insanlar tarafından asıldığını/kafasını ucu ilmekli
ipe uzattığını hiç duymadım/aslında görmekten öte bu duymaktan öte. Dedim ya
şimdi bütün kent bir adama yöneldi
durmuşlar bir meydanda bekleşiyorlardı/bir şeyler anlatıyorlardı/biri
vardı iyi ettim de şemsiyemi aldım diyordu/besbelli yağmurdan korkmuştu/
öteki öğünüyordu
yiyeceklerini unutmadığından ötürü/hele biri vardı bayağı kızıyordu karanlık adamların sarı idamlığı hâlâ getirmediklerine.

Sonra beklenen çağ geldi. Kalabalık uğuldadı büyüdü
Daha çok yöneldiler bir noktaya
Karanlık adamların yanında sarı idamlığa
iyi bakıyorlardı.
İdamlık bir noktayı geçiyordu belliydi
Bakıyordu ama görmüyordu. Belliydi
Ezikti inceydi gölge gibiydi
Kalabalığa bakıp bağırmıyordu

Adımlarını dar atıyordu
bana kalsa buna gitmek demezdim/gitmek istememek de demezdim/biz buna
kabulleniş diyemezdik/biz bunda direniş de aramamalıydık/bu belki bir
bağdı/koparılamayan/müşterek/oluşumuzun içinde
Adamın kafasında koskoca bir güneş var diyorum ben
Adamın kafasında sultanahmedin güvercinleri
Gülhanenin ağaçları
Oturacak yerleri parkların
Sonra yedi yıl hücrede beklemek göksüz
Dostoyevskinin göğe açılan penceresi. Yaşama tutkusu
Adamın dar adımları bunu anlamalıyız diyorum ben
Adamın göğe bakmayı unutması bu beni boğacak
Kalabalık bağırıyor/anlamıyorum
Canavar diyorlar/anlamıyorum
Niye ağlamıyor bu adam/bağıramıyor
ayaklar boşlukta/üç ayaklı terazi sallanıyor/kalabalık simit yiyor sigara içiyor/
siz hiç gördünüz mü mosmor uzun ıslak paçaları korkak idamlığı insanlar gördü/ayaklarına kara kan oturmuş ben çorap sandım diyor biri.
Meydan boşalıyor caddelerde kapkara kalabalık
Yüzlerinde sezginin bozgunluğu
Demirleri kemiren parmaklar yorgun başıboş
Gözlere mermer gibi oturmuş korku
Ayaklarda boğuk bir telaş
Kör umursamaz bir sağırlık taşlarda
Üç ayaklı terazi sallanıyor boşlukta.

İstanbul 1960

     Erdem bu şiiri sanıyorum birkaç kere yazdı. Bahsi geçen olay, 1958 yılı ilkyazında vuku bulmuştu. Bu olayın, Erdem’in yalnızca duyguları üzerinde değil, fakat fikirleri üzerinde de etkisi olduğunu farz edebiliriz. Erdem, bu olayın şahsında ölüm üzerine düşüncelerini geliştirmiştir. Bu olay, daha sonraları dikkatle okuyacağı Dostoyevski üzerindeki düşüncelerinin olgunlaşmasında/geliştirilmesinde de rol oynayacaktır.

     Onun şiirinin yer yer güncele atıfta bulunan yanında, bu olayı derinlemesine düşünmesinin ve onun etkisini üzerinde sürekli canlı tutmak istemesinin esaslı bir yere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Erdem, şiirinde, güncel ve kılgısal olana hiç de uzak durmaz. Aynı zamanda güncele, güncel yaşantıya eleştirel tavır geliştirmesinde de, mezkur infaz olayının etkisi aranabilir. Şiirinde geliştirdiği parlak eleştirel tutum giderek dünyanın evrildiği teknolojik yaşantıya, kent yaşantısının onun gözünde nerdeyse bir vahşet tablosuna dönüşmesinde de aynı olayın izlerini sürmemiz imkân dahilindedir. “Gölgelere Dair” başlığını taşıyan şiirinin son bölümünde söz konusu vahşet tablosunu, kent yaşantısına ve teknolojiye karşı soğuk duruşunu belli bir açıklıkta dışa vurur. Bu şiir 1958 yılı tarihini taşıyor ve yer olarak da Maraş’a atıfta bulunuyor. “Boşluk-lu Yaşamak” şiirinin altındaysa 1960 tarihi yazılı. Bunun sebebi, şiire son şeklinin verilmesinin belirtilen tarihte gerçekleştirilmiş olmasıyla ilgi olmalıdır sanıyorum. İşte, “Gölgelere Dair” şiirinin son bölümü:

     Sonra bir çağ geldi/baktım kafamda karıncalar vardı/sonra yapılardan yollardan bıkmıştım/kirli sokaklar beni ürkütüyordu/kötü meydanlarda boğuluyordum/suları borulara almalarına kızıyordum/hele hele hep düğmelere basıp yaşamalarına çok çok içerlemiştim/sonra kalkıp afrikaya gittim/ohh afrikaya. Maraş, 1958

     Afrika, burada, teknolojinin girmediği, bakir bir alan olarak düşünülüyor; bu bağlamdaki bir istiareyi işaret ediyor.

     Bu şiirlerdeki biçim özelliklerini de göz ardı etmememiz gerekiyor. Bu türden biçimsel atraksiyonlar o dönem şiiri için ve bizim edebiyatımızdaki yenilik atılımlarının ilkleri arasındadır.

     Bizim kuşak, edebiyatın değişim geçirdiği bir dönemin tam da ortasında gözünü açtı edebiyat ortamına. “Birinci Yeni” egemenliğini bir uçtan dolu dizgin sürdürürken, üstelik bu ilk yeniye bir uçtan yeni katılımlar olurken, bir yandan da bir başka yeni, başka şairler ve yazarlar marifetiyle bir başka vadide filizlenmeye başlıyordu.

     Bizler, Birinci Yeni’nin erkini sürdürdüğü yıllarda, Birinci Yeni fikirleriyle edebiyatla tokalaşmaya başlıyorduk. Ataç, bu yeninin (birinci olanın) eleştirmecisi ve bir bakıma da elebaşı olarak, o günün edebiyat ortamında itibarını sürdürüyor ve itibarının sonuçlarını uç noktalarına kadar götürmeyi başarıyordu. Başarısını, belki büyük ölçüde, gençlere duyduğu ilgiyi açığa vurmakla gösteriyordu. Yalnızca Orhan Veli gibi, bizim edebiyatla tanıştığımız dönemde kendini kanıtlamış sayılan kuşakla değil, daha sonraki, dahası yeni yazmaya başlayan, yazısı, imzası dergi sayfalarında ilk kez görülenlerle bile ilgileniyor; onlara ne yapmaları gerektiği üzerine salıkta
bulunuyor, yön, yol göstermeye çalışıyordu. Bu yüzden de, Türk edebiyatının, bence, görüp göreceği en etkili eleştirmeni olarak tezahür ediyordu. Ataç, “İkinci Yeni” anlayışını tam göremeden hayata veda etmişti (17 Mayış 1957). Acaba İkinci Yeni’yi tanısaydı, tutumu ne olurdu, meraka değer. Bizlerse, bir ölçüde, Ataç’ın dediklerine değer veren son kuşak olarak edebiyat ortamında boy verme çabasındaydık. Bizim okuduğumuz dergiler, İkinci Yeni’ye karşıt görüşler üretiyordu. Bu yüzden bizim tutumumuz, başlangıçta, İkinci Yeni’yi tanımadan ona karşıt görüşlerin yanında yer almakla belirdi. Ne ki, bu karşıt görüşümüz, aslında, o şiirden bir tek örneği bile aslından okuma deneyimine dayanmıyordu. 1958 yılının baharına kadar, İkinci Yeni’nin bayraktarlığını üstlenmiş olan Pazar Postası (PP) dergisinin bir tek sayısını bile görmüş değildik. Öteki dergilerin karşıt yazılarından bir çıkarıma ulaşmaya çaba gösteriyorduk. Ancak belirttiğim tarihte, Maraş’a ilk kez PP dergisi geldi. Haftalık bir dergiydi. Ve iki ana parça halinde yayınlanıyordu: birinci parçada siyasî görüşlere yer veriliyordu; ikinci parça ise tümüyle edebiyat çalışmalarına ayrılmıştı. Biz, derginin tümünü okusak da, asıl ilgimiz edebiyat bölümüne odaklanıyordu. Oradaki eleştiriler, şiirler, aslında, tam da bizim gibi, edebiyatta köktenci atılımlara hazır genç kafalara hitap ediyordu.

PP’nın mizanpajı da bizim için şaşırtıcıydı. Şöyle ki, dönemin bütün dergileri, gazeteleri, sütunlarını çizgilerle birbirinden ayırırlardı. PP, bu düzeni kaldırmıştı. Sütunlar arasına çizgi atmadığı gibi, bir yazıyı ötekinden ayırmak için de çizgi kullanmıyordu. Üstelik çizgi kullanılmadığı için yazılar birbirine karışmıyordu. Şimdiden geriye bakıldığında, bunun ne önemi var, diyenler çıkabilir. Bizim için önemliydi. Çünkü biz, yazıları çizgilerle birbirinden ayırmazsak okuyucunun bu yazıları birbirine karıştıracağını düşünen bir alışkanlığın gerektirdiği donanımla olaya bakıyorduk. PP ise, bizim bu önyargımızı kökünden sallıyor, sarsıyordu.

     Olay böyle olunca, bizim, kendiliğinden denemeye çalıştığımız bir tür yazı tarzına, bu mizanpajdaki tutumu bile kendimize yakın bulabiliyorduk. Örneğin, bir öykünün, okul kitaplarında belletildiği gibi, serim, düğüm, çözüm bölümlerine ayrılması gerekmediğine ilişkin kanımızın doğrulanmasının sağlandığını görüyorduk.

     Böylece İkinci Yeni’yi karşı koymadan benimsedik. Aslında bu ifadeyi Moliere’in kahramanına uyarak şöyle söylemeliyim: biz belki baştan beri İkinci Yeni gibi yazıyorduk da, bunun bilincinde değildik.

     Hepimiz, bu aynı ortamın büyüttüğü çocuklardık: hepimiz -yani Cahit, yani Alâeddin, sonradan Akif, onların öncesinde Nuri Pakdil, bu satırların yazarı... biz, hepimiz... bu, doğuştan yüreği sevda yüklü adam: Erdem Bayazıt...

     Bu koca yürekli, koca kemikli adam Maraş’ta dünyaya geldi (1939). Ancak çocukluğu Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesinde geçti. Babası orada zabıt katibi idi. Baba emekli olunca yeniden anayurtları olan Maraş’a döndüler. Pınarbaşı, bir yayla ülkesidir. Yazın kısa bir süreliğine havalar sıcaklasa da iklim serin ve sert kara iklimidir. Kışın yaylanın etrafındaki dağlarla birlikte kasaba da aylarca karlarla örtülü kalır. Kasabanın daracık yerleşim yeri doğayla örtüşmüş haldedir. Kent nerede başlar, doğa nerede biter belli değildir, çünkü her yer doğadır, dağdır, kırsal alandır... Dağlara yürüyen çobanlar, önlerine kattıkları sürülerini kasabanın sokaklarından geçirerek kırsal yerlere ulaşırlar. Koyunların çıngırakları, köpeklerin koruduğu sürülerin çevresinde fırdolayı koşuşturması, yetişkin ve çocuk çobanların sürülerinin arkasında, sırtlarında kebeleriyle dağ çataklarında kaybolması, çocuk şair Erdem’in kafasında çılgın bir doğa sevgisinin ölmemecesine yeşermesine yol verir. Kulağına çobanların söylediği türküler çalınır. Yörenin halk ozanlarının söylediği deyişlerden etkilenir. Bir uçtan, belki beyaz kağıda geçirmeyi düşünmediği doğa sevgisiyle yüklü şiirleri terennüm eder. Bu yüzden çocukluğundan kalan izlenimle Bingöl Çobanları şiirini sevecektir. Çoban Çeşmesi şiiri, onun şiir muhayyilesinde, başka kimsede olmadığı kadar yüklü ve zengin çağrışımlar uyandıracaktır.

     Evet, Maraş’a, işte böyle bir yerden dönerler. Maraş’ta Pınarbaşı yaylasının sert ve keskin havası yoktur. Ama pınarların kaynadığı ve adı Pınarbaşı olan bir semti vardır. Erdem, bağrının doğaya susamışlığını bu Pınarbaşı semtinin sularında serinletmeye ve dindirmeye çalışır. Bahçeler arasında küçücük havuzlar açılmıştır. Bahçeleri sulamaya özgü bu havuzlar Maraşlı çocukların girmesine açık tutulmuştur. Erdem de yaz günlerinin boğucu sıcaklarında öteki Maraşlı çocuklarla birlikte bu havuzlara girer. Pınarbaşı’nın, Ahır Dağı’nın tepelerinden süzülen kar sularının soğukluğu ile bağrının yangınını söndürmeye çalışır. O, daima, her zaman, sürekli biçimde doğaya, dağ havasına meftun olarak yaşamıştır. Doğa meftunluğu onun hançeresinde biraz da Köroğlu’nun, Dadaloğlu’nun yiğitlik ve destansı söyleminin yankısını bulmuştur.

     Parmaklarının resme yatkınlığını fazla kullanmamış olsa bile, onun çizgilerle tablolar oluşturma merakı, kelimelerle çizdiği tablolarda kendini gösterir.

     Çocuk yaşlarda kaleme aldığı bazı şiirlerini o dönemde çıkan çocuk dergilerine veya bazı gazetelerin çocuk eklerine, çocuk köşelerine gönderir. O şiirlerin bazıları oralarda yayınlanır. Ancak bugün o şiirlerden elimizde olanı maalesef yoktur.

     Liseye başladığında (yıl: 1955), kafası şiirle ve daha çok da şiir aşkıyla dopdoludur. Bu yüzden hemen kendine kafa dengi olabilecek arkadaşlarını keşfeder. Maraş Lisesinin o dönemi, edebiyata meraklı parlak öğrencilerle doludur. Onlardan bir dönem önce Nuri Pakdil, aynı lisenin yayın organı olarak çıkan Hamle dergisini yönetmiştir. Bu arkadaş topluluğu derginin önceki sayılarını bulurlar. Bu dergiler aralarında elden ele gezer, okunur. Onların, gelişmekte olan aktüel edebiyat olgusuyla tanışmaları ilk defa bu dergi aracılığıyla gerçekleşir.

     Lisenin o sınıfında Cahit Zarifoğlu, onun ağabeyi Sait Zarifoğlu, Ali Kutlay, İhsan Özkan, Hasan Seyithanoğlu, bu satırların yazarı bir aradadır. Başka sınıflarda daha başka arkadaşları vardır: Alâeddin Özdenören, Ahmet Kutlay, Beşir Dirikolu, Mustafa Sarı, Kubilay Görür.. ve daha başkaları... Bir kısmı edebiyat alanından erken çekilmiş olsa da, o dönemde, bütün bu arkadaş topluluğunun oluşturduğu ortam onların yüreğini canlı bir edebiyat sevgisiyle doldurmuştur.

     Çoğu kez bizim evde olmak üzere, arkadaş evlerinde bir araya gelirler. Birbirlerine şiirler okurlar. Herkes kendi keşfi olan bir şiiri ötekilere ulaştırmak üzere sabırsızlanır. Edebiyat verimlerini Maraş’ın yerel gazetelerinde değerlendirmeye çalışırlar. O gazetelerde edebiyat sayfaları hazırlarlar. Akşamları, hava karardıktan sonra, Maraş’ın ıssız caddelerinde şiir okuyarak gezinirler. Erdem, aralarında, tok sesiyle şiir okumada en önde gelir. Erdem’le Alâeddin, dergilerde kitaplarda okudukları şiirleri çabucak ezberlerler.

     Nuri Pakdil’i henüz tanımamışlardır, ama ondan bir kalıt olarak düşündükleri Hamle dergisini yeniden çıkartmak üzere bir fikir, bu arkadaş topluluğunun arasında yavaş yavaş filizlenmektedir. Ancak okul müdürünü ve edebiyat öğretmenlerini bu fikre ikna etmeleri vakit alır. Öyle de olsa, bu dergiyi çıkarmayı başarırlar. Lise son sınıfta olduklarından ancak üç veya dört sayı çıkarabilmişlerdir.

     Bu arkadaş topluluğu kendi aralarında muhteşem bir dayanışma örneği göstermiştir. Aralarında asla bir kıskançlık oluşmasına müsaade etmediler. Tam tersine, birinin ötekileri aşan bir başarısına tanık olunduğunda o başarıyı birlikte kutladılar. Bu arkadaş topluluğu nerdeyse olgunlaşmış olarak doğan çocuklardan meydana geliyordu. Kimi zaman, sevgilerinin odağı aynı nesne üzerinde temerküz etse bile, asla çekişme düzleminde yer almadılar: birbirlerinin duygusuna saygıyla baktılar. Bu son cümle, geçiştirilebilecek bir fikri dile getirmiyor, onun anlamı üzerinde yoğunlaşmayı idrak sahiplerine havale etmek gerekiyor...

     Erdem Bayazıt doğuştan bir bey oğlu idi. Hayata, daima, doğuştan getirdiği bir asalet düzleminden baktı. Kalbi sevgiye ve aşka sürekli açık kaldı. Lise döneminde, aşkın ne olduğunu bilmeyen, bilmediği için de reddeden bazı arkadaşlarının arasında, o, aşıklık istidadının ne olduğunu fark ettirmek istercesine şiirler kaleme aldı. Bu şiirlerinden bazıları Maraş kenti ölçeğinde yankılar yaptı. Şair gururu ve doğuştan getirdiği asaleti, onu, bulunduğu her ortamda bir saygı halesiyle çevirdi.

     “Şiirler” toplamını minicik bir epigrafi ile başlatır: “Okuyucuma! Şiir diye/ Bir ömür tüketerek yazdıklarım/iki saatte okunuyor/Bundan ucuz ne olabilir/Havadan başka?”

     Gerçekten de bir ömür boyu yazdıkları 208 sayfalık bir kitaba sığdırılmıştır. O kitap, şimdi, bütün bir ömrü anlamlandıran birikimin sembolü olarak duruyor elimizde.

     Ömrü boyunca şiirden hiç kopmadı. Yazmadığı zamanlarda okudu. O da, benim gibi, şairlik adını bütün yazarlığa teşmil eder sanıyorum. Çünkü şiir okumasını romandan, romanı biyografiden, biyografiyi tarihten, tarihi destandan, destanı hayattan ayrı görmeyen bir okuma etkinliğini kesintisiz sürdürdü ve halen sürdürüyor.

     Liseyi bitirip Maraş’tan ayrıldığında (1959), arkasında, Maraş’ın yerel gazetelerinin birinde (Engizek) hazırladığı sanat/edebiyat sayfalarını bırakıyordu. Gerek o sayfalarda yayınlanmış, gerek başka yerlerdeki şiir toplamı bir risale tutacak hacimdeydi. Hepimiz gibi, o da, bazen doludizgin yazma ortamına giriyor, kimi zaman da bir daha hiç yazmayacakmış gibi yazı hayatına uzak duruyordu.

     İstanbul’a geldiğinde bir süre öğrenci yurtlarında kaldı. Bir ara, Eyüp’te, bizim, dededen kalma evimizin bitişiğinde, İstanbul’un o eski ahşap evlerinin birinin bir odasında (Bayıldım Çıkmaz, no: 7) kiracı olarak yaşadı. Bursu yoktu. Bir ara biblo imal eden bir atölyede işçi olarak çalıştı. Fakat alçı tozunun bronşitlerini doldurduğunu, sağlığını olumsuz yönde etkilemeye başladığını görünce oradan ayrılmak zorunda kaldı. Çoğu kez otobüs durağına kadar birlikte yürürdük. Kendisine bir asker kaputu bulmuştu. Kaputu siyaha boyatarak onu haki renkten kurtarmıştı. Potini de asker potini gibi muhkemdi. Ancak o dönemde mutlu değildi. Sıkıntılı ve tedirginlik içindeydi. Bir gün: “Rasimciğim, artık dayımlara gitmek istemiyorum, çünkü ne zaman gitsem cebime harçlık koyuyor. Bundan artık sıkılmaya ve mahcup olmaya başladım.” dedi. Ancak sonradan anlaşılıyor ki, cebine harçlık olarak konulduğunu sandığı o para, gerçekte babası tarafından gönderilmekteymiş. Ancak rahmetli Ökkeş Bey, kendine mahsus mülahazalarla o parayı doğrudan Erdem’in adresine göndermek yerine dayısının adresine göndermeyi yeğliyormuş.

     Erdem, yüksek tahsilini İ.Ü. Hukuk Fakültesi’nde sürdürüyordu. İkinci sınıftan üçüncü sınıfa da geçmişti. Fakat maddî zorunluluklar dolayısıyla İstanbul’dan ayrılıp Ankara’ya gitmeyi düşünüyordu. Ankara’da bir memuriyete girecek, fakülteyi de yatay geçişle Ankara Hukuk Fakültesi’ne kaydıracaktı. Çünkü orada devam mecburiyeti aranmıyordu. Bu geçişi yaptırdı. Millî Eğitim Bakanlığı’nda basın müşavirliğinde bir memuriyete başladı. Oradan askere gitti, yedek subay öğretmen olarak... BurdurYeşilova’nın Çuvallı köyü... Askerliğini zengin bir tecrübe birikimiyle bitirdi. Dönüşünde fakültesini de değiştirdi, DTCF Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne girdi, orayı bitirdi. Millî Kütüphane’de süreli yayınlar müdürlüğünde müdür yardımcısı oldu. Fakülteyi bitirince Maraş’a gitti, Maraş Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği, arkasından İl Halk Kütüphanesi Müdürlüğü’nü yürüttü. Maraş’tan
sıkılmaya başladı. İstanbul’da kurulmakta olan Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’ndan vaki talep üzerine oraya genel sekreter olarak gitti. Ancak orada da fazla kalmadı. Üç ay sonra Maraş’a döndü. Mavera dergisi çıkmaya başlayınca Ankara’ya geldi. Sanayi Bakanlığı İnsangücü Eğitim Dairesi’nde başkan yardımcılığı görevini üstlendi. Bu görevi devam ederken, arkadaşlarının talebi üzerine istifa etti, Akabe Yayınları ve Mavera Dergisi’nin yönetimini yürütmeye başladı.

     Bütün bu, nerdeyse baş döndürücü iş değiştirmelerinin özeti şudur: Erdem, 1977’ye kadar, yani Mavera dergisinin 1976 yılı Aralık ayında çıkmaya başladığı tarihe kadarki memuriyeti boyunca Maraş’ta kaldı. 1977 yılında Mavera dergisinin idarî işlerini yürütmek üzere arkadaşlarının çağrısı üzerine Ankara’ya geldi. 1984 yılında Akabe Yayınlarının ve Mavera dergisinin İstanbul’a nakledilmesi üzerine bu görevini bırakarak Devlet Planlama Teşkilatı’na sözleşmeli personel olarak girdi ve oranın kütüphanesinde görev yaptı. 1987 yılında Kahramanmaraş’tan Anavatan Partisi’nin adayı olarak milletvekili seçildi. 1991 seçimlerinde adaylığını koymadı. Daima yerleşmeyi aklından geçirdiği İstanbul’a gitti, oraya yerleşti.1989 yılı Ağustos ayında ilk eşini kaybetti.

     Bütün bu hengamenin ortasında geçirdiği stresli hayat şartları, o farkına varmasa da alttan alta sağlığını yıpratıyordu. İlki 1990 yılında olmak üzere, kalpten, iki defa baypas ameliyatı geçirdi. Aslında o yıl, hacca gitmeyi tasarlıyordu, fakat ameliyat hacca gitmesini bir yıl geriye bıraktırdı. Hac dönüşünde yeniden evlendi. İlk evliliğinden iki kız çocuğu sahibi idi, ikinci evliliğinden iki de erkek çocuğu oldu.

     Erdem vücut itibariyle sağlam, kaslı kemikli bir yapıya sahiptir. Kas gücü olarak taşın suyunu çıkartacak denli güçlüdür. Ancak, benim görebildiğim kadarıyla dayanıklılığı gücüyle orantılı değildir. Koşucu olsaydı maraton değil, fakat yüz metre koşardı. Lisedeyken 1957 yılı yazında kaval kemiğinden geçirdiği ameliyatı, on yıl sonra 1967 yılında, bu kez Ankara’da tekrarlandı.

     Her şair için söz konusu olabileceği gibi Erdem Bayazıt’ın şiirine de çeşitli açılardan yaklaşmamız mümkündür.

     Modern dünyanın bir şairi olarak ve modern dünyada yaşayan bir şair olarak onun şiirine hangi perspektiften bakmalıyız?

     Acaba Yunus Emre’nin veya Mevlana’nın veya Fuzuli’nin ve benzeri şairlerin şiirlerinde tebellür eden İslâmî duyarlığı özdeş olarak Erdem Bayazıt’ın şiirinde bulmaya çalışmak bizi sakil bir anakronizme götürmez mi? Bu soruyu ortaya koyuyoruz, çünkü değindiğimiz anakronizme düşen eleştirmecilerimizin tespitlerine tanık olunmuştur.

     Oysa İslâm edebiyatının veya başka bir söyleyişle Müslümanların meydana getirdiği edebiyatın klasik dönemindeki ürünlerle günümüz şairinin ürününü aynı
ortak payda döneminde denkleştirmek, bizi, tam da vurguladığımız anakronizme düşürür. Şöyle ki, klasik dönem Müslüman şairleri, içinde yaşadıkları İslâmî ortamın müslümanca havasını teneffüs ve terennüm ediyordu. Ancak günümüzün şairi, hiç de klasik dönem şairlerimizin soluduğu kültür ortamında yaşamıyor. Tersine, onun yaşadığı çağ, klasik dönemin tümüyle dışına düşmüş durumdadır. Ne ki, bir Müslüman şairin böylesi bir ortamda bile, yaşadığı çağın havasını müslümanca bir söylemle terennüm edecek bir şiiri seslendirmesi mümkündür. Bence Erdem Bayazıt’ın denemek istediği şiir, bir Müslüman şairin içinde yaşadığı teknolojik çalkantıya karşı bir protesto sesi olmaya yönelmiştir. Behçet Necatigil, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü adlı kitabında onun şiirini, bize çok yakın duran bir değerlendirmede bulunarak: “Barbar güçlerin, teknolojinin yıktığı, Tanrıdan kopardığı insanın manevî kurtuluşunu arayan...” bir şiir olarak değerlendiriyor. Bu şiir, elbette, klasik dönem şairlerimizde bulunmayan bir eleştirel tonlamayı da barındırmaktadır bünyesinde.

     Onun şiirinde, bir yandan Köroğlu’nun, Dadaloğlu’nun celadetli haykırışına denk ünlemlere tanık olurken, bir yandan da protestosuna makes olan yiğitçe kahırlanmalar işitiriz. Uzaklardan Dede Korkut’un hikemi tavrına hoşâmedî yapıldığını görürüz. Ancak bu şiirin dibinde yatan ve o şiirin usaresi mesabesinde duran lirizmi ihmal etmememiz gerekiyor.

     Erdem’in, birkaç yıl önce Kaşgar (2004) dergisinde yayınlanan ve elimizdeki Şiirler -Sebeb Ey, Risaleler, Gelecek Zaman Risalesi- toplamında yer alan “Kız Kulesi” şiiri, söz konusu lirizmin doruk noktasında yer alıyor. Bu şiir, tadına âşina olduğumuz Erdem Bayazıt şiirlerinden farklı bir söylem getiriyor. Erdem Bayazıt’ın alışık olduğumuz şiir tarzı, benim eski tanı’mı yineleyerek söylersem, ünlemli bir şiirdir. Onda, biraz Köroğlu, biraz Dadaloğlu çeşnisinde, fakat evcilleşmiş bir hamaset tadı vardır. Kız Kulesi ise daha önce onda nerdeyse hiç görmediğimiz veya böylesine som ve katkısız ve rafine halde görmediğimiz bir munislik ve lirizm taşıyor. Şiirin, kendi içinde taşıdığı dramanın ve tonlamasındaki facia atmosferinin; bunun yanında süregelen içli ve dokunaklı söylemin sözünü etmiyorum. Bütün bunlar, belli başlı bir metin tahlilini gerektirir. Burada ancak şunu söylemekle yetinelim: Erdem Bayazıt’ın bu şiiri, eksiksiz ve fazlasız duruşuyla kemalini yaşayan bir şairin kâmil bir ürünüdür. Erdem, umarız ki, bizi, ağzımıza bir parmak bal çalmakla bırakmaz ve bu tarzdaki şiirler toplamını tez elden okuyucusuna ulaştırır.

     Bu şiirin içinde yer alan dramanın ve tonlamasındaki facia atmosferinin; bunun yanında süregelen içli ve dokunaklı söylemin onun yeni yazacağı şiirlerde nasıl dışa vuracağının işaretini de veriyor. Bu itibarla, yazacağı muştusunu verdiği “Üsküdar Şiiri”ni heyecanla beklediğimizi burada açıklamak istiyorum.

     O, şiirindeki ünlemli tonlamayla lirizmi buluşturan söylemi kendi alanındaki en olgun bileşimi gerçekleştiren şairlerin önde gelenlerinden birini temsil ediyor şahsında.

     Erdem, Dostoyevski’yi de sever, ancak onun retoriği daha çok Tolstoy’a denk düşer. Burada şu değinmede bulunmak yerinde olur: S. H. Nasr, bir yazısında, adı geçen bu iki Rus yazarını karşılaştırırken Müslümanların ürününe Tolstoy’un eserinin denk düşebileceğini ileri sürüyordu. Bununla kastettiği husus sanırım şu olabilir: Dostoyevski, insanın daha çok acz yanını, onun çelişkilerini, sürekli bir halden bir başka hale geçişini dile getiriyordu; oysa Tolstoy, insanı yüceltme yönsemesindeydi. Bu iki yazar arasındaki farklardan biri ve başlıcası bu değindiğimiz noktada yoğunlaşıyor ise, yalnızca bu noktaya bakarak Erdem Bayazıt’ın şiirinin Tolstoy’un eserine daha yakın olduğunu ileri sürebiliriz. Onun şiirinde de insanı yüceltmek isteyen bir söylemin ön aldığı bellidir. Bu yakıştırmamız şu açıdan da anlam taşır: Erdem, şiirinde, kişilere elbette bir romancının karakter tahlili açısından yaklaşmıyor; onun yaklaşımı hem gayrişahsidir, hem de bu gayrişahsi oluş yeterli sayılır. Nasıl ki, Yahya Kemal’in Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirinde dile getirdiği Mehmetçik, onun şahsında bir karakter tahliline yer vermez, fakat onu bir tip olarak serimlemek ister; Erdem’in şiirindeki insan da aynen böyle bir Müslüman tipinin dile getirilmesiyle mukayyet tutulur. Aslında, onun favori şairlerinden biri de Yahya Kemal’dir.

     Şiirler toplamında yer alan şiirlerin ilki Nuri Pakdil’e adanmış “Birazdan Gün Doğacak” şiiriyle başlar. Kitabın bu şiirle başlaması bence anlamlıdır. Bu yazının başlarında söz konusu ettiğimiz psikolojik yaklaşım, bu şiirle yerini fikrî bir düzleme bırakıyor. Birazdan Gün Doğacak başlıklı şiir, Erdem Bayazıt’ın fikriyatında istikrarın (fakat katılaşmanın ve kireçleşmenin değil) kristalleştiği bir dönemeci işaret ediyor. O, artık uygarlık konusunda, din konusunda, Müslümanın insana, eşyaya, olaya, evrene bakışı konusunda kararını vermiş, bakışını muhkemleştirmiş ve bunun şiirini oluşturmaya azimli bir duruşla yola çıkmıştır.

     Bu arkadaş kümesinin şansı belki bir arada bulunmuş olmalarından ileri geliyordu. Bir arada bulunmakla birbirlerini teşvik ediyorlardı. Ancak bu teşvikin, son tahlilde bir temele dayandığını ileri sürmek de kolay kolay mümkün görünmeyebilir. Bu bir arada bulunmanın onlara sağladığı başat yararın, her birinin yeniliğe sonuna kadar açık bir zihin yapısı geliştirmiş olmasında yoğunlaştığı söylenebilir. Şu soru insanları hep meşgul etmiştir: nasıl oluyor da Maraş edebiyat yapan insanlara münbit bir ortam sağlıyor? Soru, özellikle 1950’lerden sonra iyice anlam taşımaya başlamıştır. Erdem Bayazıt ve arkadaşları, daha sonra da onları izleyen bir edebiyatçı kuşak sökün edip günümüze kadar kesintisiz gelmiştir. Aslında, Maraş ile Urfa’nın karşılaştırılması halinde Maraş’ın Urfa’ya bakarak nispeten çorak bir kültür arazisine sahip olduğu söylenebilir. Urfa, bir peygamberler ülkesi olarak zengin bir kültürel mirasın kesintisiz
ocağı olarak yüzyılların birikimini günümüze taşımış ve onun sanatçıları bu kültürden sürekli beslenmiştir. Urfa’nın bu üstünlüğü Maraş’a nispetle aynı zamanda onun zaafını da oluşturmaktadır. Çünkü o kültür, kendi sanatçısının yeniliğe açık olmasının önünde bir mania olarak da belirir. Nitekim Akif İnan, 1957-58 ders yılında, daha on yedi yaşındayken Urfa Lisesi’nden Maraş Lisesine naklettiğinde, sanatı konusunda nerdeyse kesin kararlara varmış bir erginlik içinde hissediyordu kendini. Maraş’taki arkadaş kümesi ise arayış halinde bulunuyordu. Ve bana öyle gelir ki, onların bu arayışı kesintisiz sürüp gelmiştir. Nitekim Erdem’in son şiiri Kız Kulesi, bu arayışın son örneği olarak ortaya çıkıyor. Cahit, hayatının son zamanlarında verdiği bir mülakatta eski şiirlerini reddetmeden, artık Yunus Emre gibi yazmak istediğini beyan etmişti. Yunus Emre gibi yazıp yazmadığı üzerine bir şey söyleyemem, ama son yıllardaki şiir dokusunda yoğunluklu olarak bir yandan tasavvufi izleklere yer vermesi, bir yandan da Afganistan savaşı dolayımında siyasal söyleme ilmekler atması manidar sayılmalıdır. Aynı şey Alâeddin Özdenören için de geçerli: onun, “Keremin Çantası” adını taşıyan şiirinden sonraki şiirleri, tümüyle yürek paralayıcı bir lirizmin terennümleridir denebilir.

     Sözü şuraya getirmek istiyorum: Erdem Bayazıt’ın, esasta hitabete eğilimli şiiri de gide gide lirik bir söyleyişe dönüşmektedir. Ölüm Risalesi ile başlayıp gelecek Zaman Risalesini oluşturan Burç Şiirleri (Ekonomi Burcundan, Şiir Burcundan, Derviş Burcundan, Düş Burcundan, Hicret Burcundan, Çocuk Burcundan, Aşk Burcundan, Sevgililer Burcundan, Hayat Burcundan, Şehir ve Doğa Burcundan) boyunca lirizmin yoğunlaştığı gözlenebilir.

Onun şiirlerini bellibaşlı şu üç ana başlık altında değerlendirebileceğimizi düşünüyorum:
- eleştirel yaklaşımı,
- günceli tespitlemekten kaçınmaması,
- Müslüman duruşu vurgulama, sergileme

     Bu yazının amacı onun şiirinin tahlilini ve eleştirisini yapmak olmadığından konuyu Bayazıt şiirinin asal yönsemelerine değinerek bırakıyorum. Bir başka yerde (Ruhun Malzemeleri) ifade ettiğimiz gibi, Erdem Bayazıt’ın şiirinde belki saf İslâmî normlar dile getirilmemiştir, fakat onun mevcut şartlara, dünyanın hali hazır gidişatına karşı “müslümanca tavrı” açıkça bellidir. Bu, onun, şiirini İslâm’a hizmet yolunda tasarruf etme isteğinin belirtisi olarak okunabilir. Nitekim Sürüp Gelen Çağlardan başlıklı şiirinde kimliğini “Adım: Müslüman” diye açıklar.

     Bu yazıyı, adı geçen arkadaş kümesinin şair bireylerinin şiirleri üzerine başka bir yerde yaptığımız (Ruhun Malzemeleri) genellemeyi tekrarlayarak noktalamak istiyorum:

     Erdem Bayazıt’ın şiiri Cahit Zarifoğlu gibi karışık imgelere, uzak çağrışımlara başvurmaz. Cahit Zarifoğlu, müslümanın yaşantısının özenilir ve özlenir yaşantı olduğunu belirleyebilmek için çoğunlukla anılara yönelir, toplumun bilinçaltını dile getirir. Erdem Bayazıt’taysa bilinçaltı yok gibidir, geçmişe değil, geleceğe yöneliktir ve bu görünümüyle köktenci (radikal) bir niteliktedir şiiri. Onun geçmişe yönelişi bile bir hesaplaşma biçiminde ortaya çıkar, yitirilmiş geçmiş için hesap sorar: “Biz vardık, şimdi o biz nerede.” (Sebeb Ey, s. 16). Bu yanıyla Erdem Bayazıt, Akif inan’dan da ayrılır. Akif inan, kendine özgü bir dünya kurmuştur, bu dünyada her şey yerli yerindedir, yerleşmiştir ve İnan, bu yerleşik düzen içinde konuşur. Erdem Bayazıt’sa zamanından ve çevresinden memnun değildir. Varolan bir düzenden kurtulup, yeni bir düzen aramanın ardındadır. Daha açık bir deyişle şiirlerinin işlevleri ayrıdır. Akif İnan, var olacak bir dünyayı varmış gibi göstererek ve okuyucuyu o dünyaya çekerek anlatır ülküsünü, o ülküyü okuyucunun düşüncesine sindirmek, onda yaşatmak ister gibidir. Erdem Bayazıt’sa varolan dünyayı bir olgu, değiştirilmesi gereken bir veri olarak kabullenir ve o ülkünün geleceği muştusunu, umudunu verir. Alâeddin Özdenören’in şiirindeyse fikrî yapı iyice gizlenmiştir, onun şiirinin fikrî altyapısı yer altı suları gibi derinlerdedir, Bayazıt’ınki gibi dışarıya yansımaz.