AHMET TÜRK

BAYRAKLAŞAN BİR ŞEHRİN KURTULUŞ DESTANI


    Şehirler; büyük insan topluluklarının hayatlarını, medeniyet ufuklarını işledikleri sosyal yaşam alanlarıdır. Her şehir, içinde yaşayan topluluğun; her ev, içinde yaşayan insanın karakteriyle yoğrulmuştur. Her insanın olduğu gibi, her şehrin de bir karakteri vardır.

    Maraş için bir karakter çözümlemesi yaparsak; Rasim Özdenören’in ifadesiyle: “İnsanın yolu Maraş’tan tesadüfen geçmez. İnsan, Maraş’a azmederek gider. Çünkü Maraş, geçiş yolları üzerinde kurulmuş bir kent değildir.” (…) Coğrafya olarak çevreye böylesine kapanık olan Maraş’ın insanları da çevrelerine uzun yıllar kapalı kalmışlar ve onların karakterini kendine özgü bu kapalılık yoğurmuş, oluşturmuştur. Bu itibarla Maraş insanı, hep, kendine yeter olmayı, hep kendi yağıyla kavrulmayı istemiştir. Daha doğrusu, kentin tabiatı belki de onu böyle olmaya zorlamıştır.

    (…) Benim sözünü açtığım Maraş, bu, kendine yetme ruhunun doruk noktasına 1920 yılının Şubat ayında ulaşmıştı: O yılın 20 Ocak’ında, Sütçü İmam’ın Fransız askerlerini kurşunlamasıyla başlayıp tam yirmi bir gün süren Maraş Kurtuluş Savaşı, bu, kendi kendine yetme ruhunun somutlaşmasını ortaya koyar. Maraş, o savaşta, sadece kendi insanından, sadece kendi çetesinden, sadece kendi yerel örgütünden yararlanır. Dışardan hiçbir yardım almaz. İşgalcileri toprağından kovduğunda da, bunu sadece kendisi bilir.”

    Ve orası: “Ahır dağının eteklerinde uzanan Maraş, Anadolu düşüncesinin fışkırdığı ve yabancılaşmaya karşı yerli sanatın bayrağının yükseldiği, ölüleri dirilmiş bir şehirdir.”
    22 gün 22 gece direnen ve dirilen bir insan topluluğunun reaksiyonlarını irdelemek, düşmana karşı duruşunun izahı, somut şeylerle pek mümkün değildir.

    Maraş Mücadelesi, hayatımızı anlamlı kılan üç sembolün müdafaa sahnesidir. Maraş Kurtuluş Mücadelesi’nde bu üç fotoğrafın özel bir yeri ve anlamı vardır. Rıdvan Hoca, Sütçü İmam ve Abdal Halil Ağa’nın şahsında bütünleşen iradenin iyi tahlil edilmesi gerektiğini düşünüyorum.
    23 Şubat 1919 Pazartesi idi. İngilizler Max Doryan komutasında Maraş’ı işgale başladıklarında, Ermeniler haftalardır sürdürdükleri hazırlıklarıyla ortaya çıkıp onları karşıladılar.
    Ve şehir, korkunç bir kin, bir sükûtu hayal ve kahır içindeki Maraşlının çaresiz bakışları altında işgal edildi.

    Sekiz buçuk ay kadar Maraş’ta kalan İngilizler, Fransızlarla yaptıkları anlaşma gereği bütün Kilikya, Adana, Maraş, Antep, Urfa’yı Fransızlara bırakıyordu.
    Şehirde, olup bitenler karşısında tam bir suskunluk hâli hâkimdi. Hiç kimse böylesi bir konuyu konuşmak bile istemiyordu.

    Tarih: 28 Ekim 1919… Maraşlı Ermeniler, bir gün sonra Maraş’a gelecek olan
Fransız askerlerini karşılama hazırlığı içindeler… Ermenilerin ileri gelenlerinden Sotirek, davulcuların başçılı Abdal Halil’i bulduruyor. Durumu kısaca özetledikten sonra:

    —Yarın, hep birlikte Fransızları karşılamaya gideceğiz. Davulsuz-zurnasız karşılama töreni olmaz! Al sana on madeni lira. Yanına birkaç kivre daha al. Bizim işaretimizi bekle!
    Davulcu Halil, kendisine uzatılan parayı elinin tersiyle iter. Gururla:
    —Bu, din bahsidir ağa… İnce bir bahistir… Değil on madeni lira, on bin madeni lira teklif etsen; gidip de Fransız askerine davul-zurna çalamam!

    Ermeni Sotirek, Davulcu Halil’i tehdit ediyor, bağırıp çağırıyor… Tokatlıyor… Fakat Davulcu kesin kararlıdır:
    - Beni parçamparça etsen, gene de çomağımı din kardaşlarımın bağrına bağrına vurmam, diye haykırıyor…

    İşte, yıllarca aynı topraklarda kader birliği içinde yaşamış şahsiyetli bir adamın, topraklarını işgal edenlere ve işbirlikçilerine karşı -onun şahsında bir milletin- dimdik duruşunun fotoğrafıdır bu.

    Modern dünyanın, insanın onursal duruşunu tahrip ettiği zamanları yaşarken, biz Maraşlıların Abdal Halil Ağayı tekrar ve tekrar hatırlaması gerekiyor galiba. Olağanüstü bir gayretle hazırlanan Ermeniler, çoktan beri şeklini şemailini tespit ettikleri Ermeni bayraklarından yüzler ce dikmeye başladılar ve o gün yine başta Transanta rahiplerinin çılgın bandosu, yüzlerce dekolte Ermeni kızı ve genci, ellerinde bayraklarıyla şehir altındaki ovaya kadar döküldüler. Yüzyıllardan beri engin himaye ve hoşgörüsü altında, dinlerine, isimleri ne, gelenek ve göreneklerine ve kılık kıyafetlerine sahip olarak yaşadıkları Osmanlı Türklerinin; bu yüzlerce yıllık hamillerinin gözlerinin içine baka baka:

    “Gün doyacak, ay doğacak;
    Maraş Ermenistan olacak…”
    “Yaşasın Fransızlar, yaşasın Ermeniler, kahrolsun Sultan” diye bağıra bağıra
Fransızları karşıladılar.

    31 Ekim 1919 günü, Uzunoluk Hamamı’ndan evlerine dönmekte olan kadınların karşısında, üç neferlik bir Fransız devriyesi peyda oldu ve çarşaflı kadınların önlerini kesti. Bu arada, hadlerini aşıp ileri geri laflar edip kadınları taciz ettiler. Kadınlar feryatlar içinde yardım çığlıkları attılar.

    Sesi duyan oraya koştu. Olan olmuş, kavga büyümüştü. Karşı koyanlardan biri tartaklandı. Kadınlardan birinin peçesine el sürmek istedi düşman neferi. Buna müdahale eden Çakmakçı Sait vuruldu. Kadın bayılmış, Sait de ölmüştü.
    Durgun, düşünceli süt satmakla meşgul olan Sütçü İmam, olup bitenleri uzaktan gördü; konuşmanın zamanı dedi, belindeki Karadağ tabancasını ellik gâvuruna yöneltti, birkaç el ateş etti.
    Bu ateş, yalnız işgal edilmiş bir kentin değil, tüm Anadolu’nun kurtuluş hareketini başlatan bir parolaydı.

    Sütçü İmam… Halk arasında, mesleğinin sütçülük oluşuyla “sütçü”; Çınarlı Camii’nin fahri imamlığını üstlendiği için de “imam” yakıştırmasının yan yana gelerek oluşturduğu, Maraş Kurtuluş Mücadelesi’nin başkahramanı olarak tarihin kayıtlara düştüğü ender ve önder bir adam…
    İşgalin üzerinden bir ay geçmişti. Bir akşam, Ermeni Hırlakyan’ın evinde, işgal kuvvetlerinin komutanı Guvernör Andre şerefine akşam yemeği tertip ediliyordu.

    Yemekler yendi, içkiler içildi. Sıra dans etmeye geldiğinde Hırlakyan’ın torunu, Fransız komutanın dans teklifini: “Sizinle dans etmekten mazurum, çünkü kendimi hâlâ esaret ve zillette yaşayan biri olarak görüyorum. Kalesinde hâlâ Türk bayrağı dalgalanan bir memlekette Fransızların hâkim olduğunu ve bizim emniyet ve hürriyet içinde yaşadığımızı nasıl düşüne biliyorsunuz?” sözleriyle reddetti. Zaten sarhoş olan komutan bu sözlerle daha da sarhoş oldu.
    Bunun üzerine, kaledeki Türk bayrağının derhâl indirilerek yerine bir Fransız bayrağı çekilmesini emretti.
    O nazlı ve şanlı Türk bayrağı dalgalanmasına bir geceliğine ara vermek zorunda kaldı.

    Bir müminin, sabah namazına kalkışındaki diriliği ile uyandı gece uykusundan Maraşlı… Sabah ezanıyla birlikte; Ahır dağı uyandı, ağaçlar uyandı, kuşlar uyandı, yer uyandı, gök uyandı kara bir güne… Uyanan halk; son yapılanları yaydı kulaktan kulağa… Düşman azıttıkça azıtmaktadır. İş gelip kutsallara dayanmıştır. Artık bir şeyler yapmanın zamanı çoktan gelmiştir. “Yaşamak için ölmeye karar verilince varlıkla yokluğun farkı kalmaz.”

    Önce Avukat Mehmet Ali Bey bir beyanname ile olayı te’lin etti. Bu beyanname kısa sürede elden ele, dilden dile yayıldı ve halk gafla gafla o gün Ulu Cami’ye doldu.

    Maraş’ın kalbi bir camidir. Hayatın nabzı orada atar. Orası; düşüncelerin birleştiği, Maraşlının kenetlendiği, cümle yolların kavşak noktasıdır. Bir şehrin kaderini belirleyen, belirleyecek olan en önemli kararlar orada alınır. O karar; ya hep birlikte dirilmek ya da hep birlikte ölmektir.
    “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır,
    Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.” bilinci bir kez daha ateşlenir buradan.
    28 Kasım 1919… Günlerden cuma… Rıdvan Hoca yine minberdedir. Bugün, tarihin en kısa, en anlamlı hutbesini okuyacaktır: “Kalesinde düşman bayrağı dalgalanan bir beldede cuma namazı kılmak sahih değildir.”
    Halk ellerinde bayrak, yürür kaleye doğru. Bayrak inmez fezalardan, ezan susmaz camilerde…

    “Maraşlı, Bayrak, Kaleden indirilince cuma namazının kılınamayacağını bilir. Bayrakla cuma namazı arasındaki kopmaz alâkayı bilir. Bu savaşın temeli çok sağlamdır, Süleymaniye’nin temeli gibi.” diye değerlendirir bu şehrin destanlaşan ruhunu anlatırken Sezai Karakoç.

    Ve bir gün sonra, Fransız komutan Guvernör Andre, şaşkın şaşkın şehri dolaşmakta ve işgalinin gerekçesini anlatacak bir Maraşlı aramaktadır. Ortalıkta kimseyi bulamaz. Nakip Camii civarında olup bitenleri; “Doluya koyup aldıramamakta, boşa koyup dolduramamakta” olan, derin düşüncelerin düşüyle meşgul Aşıklıoğlu Hüseyin’le karşılaşır.

    Biraz yumuşak, biraz tehditkâr bir üslûpla bayrak olayını kastederek:
“Bir bez parçası için bu kadar gürültü çıkardınız, istesem hepinizi mitralyözlerim ve toplarım sayesinde yok ederdim ama çoluk çocuğunuzu düşünerek yapmadım, acıdım.” der.

    Onun şahsında bütün Maraşlıyla konuşmaktadır. Aşıklıoğlu Hüseyin’in cevabı kendi şahsında bütün Maraşlının cevabıdır. Her cümlesi bir kurşun niteliğindedir:

    “Ben anamdan doğduğum gün, kalede bayrağımı gördüm. Ölünceye kadar da göreceğim. Biz bütün Türkler böyleyiz. Onu görmemek için ya kör olmak ya da ölmek lazım. Kör değilim. O hâlde onu görmezsem öldüm demektir. Hem bilir misiniz, bayrak için ölmek bizde şehit olmaktır ve en büyük de şereftir. Yalnız ben değil, küçük-büyük, kadın-erkek bütün Maraşlı Türkler, her cuma sabahı uyanınca ilk önce kaleye bakar, bayrağımızı görürüz. Yaşadığımızı anlar ve Allah’ a şükrederiz. Sen bizi topla tüfekle susturacağını sanma. Bir gün senin silahlarınla karşılaşacak olursak, biz çoluk çocuğumuza top tüfek sesi duyurmayız. Önce onları biz öldürürüz, sonra evlerimizi ateşe veririz. Arkamızda bekleyenimiz, ağlayanımız kalmadıktan ve şehir kül
olduktan sonra da karşına çıkarız. O zaman istersen bütün dünyanın silahlarını getir, bizi ölümle korkutamazsın.”
    “Maraş bize mezar olmadan,/Düşmana gülzâr olamaz.”

    Maraşlı; fert fert, mahalle mahalle, köy köy bir vücudun azaları gibi Arslan Bey’in etrafında tek yürek, tek bilek olur. Bugün, nimetleri üzerinde yaşadığımız vatan için bedel ödeme günüdür. Teşkilatlanma çabaları hız kazanır.

    Sonuç itibariyle Maraş; kendi değerlerini korumakta inançlıydı, kendine güveniyordu ve sabırlıydı. Bu güçlerini kolektif bir ruha dönüştürmeyi bilmişti. Bundan sonra, inananlara vaat edilen zafer Allah’ın inayetiyle gelecekti. Tarih 11 Şubat 1920… Maraş başka bir güne uyandı. Düşman kara ve karlı bir gecede şehri terk etmişti. Abdal Halil Ağa şimdi çalmalıydı davulunu. Her 12 Şubat Maraşlının bayramı olmalıydı.

    Sezai Karakoç, bir yazısında Maraş’ın kurtuluşu hakkında şu ifadelerle bahseder:
    “Maraş kendi kendini kurtardı. Matematik açıklığıyla bu budur. Maraş’ın kurtuluşu sadece bir reaksiyon değildir. Sütçü İmam’ın süt maşrapasını bırakıp tabancasını doğrulttuğu yön, sadece Fransız değil, onun arka plânındaki mistiksizliktir, fonundaki metafiziksizliktir.
    Süt ve tabanca… İşte Maraş budur, Anadolu budur.”

    Rıdvan Hoca’nın sözü küpe olmalı kulaklara; Sütçü İmam’ın kurşunu, “Ben aşkı bir kurşun gibi taşıyorum yüreğimde.” dedirtmeli; Abdal Halil Ağa’nın duruşu canlanmalı hep gözümüzün önünde sonsuza kadar.

    Maraş Uzunoluk; direnme ve diri kalma hamlesinin başladığı yerdir. Camii; gönüllerin şahadetle sözlendiği yerdir. Kale; bağımsızlığımızın ebedi bayraklaştığı yerdir. 

    Bu mücadeleyi Necip Fazıl bir yazısında şöyle anlatır: “Maraşlılar,
    Memleketiniz ta o zamandan beri gözümde harikalar vatanıdır. Harikalar vatanı… Efsane diyarları ve o diyarların insan aklını iflas ettiren mefkurevi hayatı gibi, adi zaman ve mekân ölçülerinin dışına çıkmış, kuru hayat çerçevelerinin maverasına ulaşmış hareketler ve hadiselerin yatağı… Bu hareketler ve hadiselerin izahı mucizelerin tarifi gibidir. O, izaha girmez, tarife sığmaz, mantığın ağına yakalanmaz.”

    Ahmet Hamdi Tanpınar, “Pek az şey, bu küçük şehrin -ki nüfusu elli bin kadardır ve bunun on dört binini Ermeni kökenli tebaa oluşturmaktadır.- bütün bir vatan parçasının üstüne çöken talihi yenmek için tek başına ortaya atılması kadar güzeldir.
    Zaten milli mücadelenin büyüklüğü de burada, her şehrin, her kasabanın, hatta her köyün, her insan gibi, tek başına kendine düşeni yapmaktan çekinmemesindedir.” diye değerlendirir Maraş Kurtuluş Mücadelesini.

    Katılmış olduğu bir Kurtuluş Bayramı izlenimlerini de şu cümlelerle özetler:
“Ben 1943 Şubatı’nda ilk defa bu bayrama şahit olduğum zaman şaşırmıştım. Bütün şehir alt üsttü. Takvimin dışında bir zamanı yaşıyordu.”

    İstiklâline kasteden düşmanlarına karşı, kutsal değerlerini müdafaa vazifesini bihakkın yerine getiren Maraş şehrinin kendi kendini kurtarış destanı, TBMM’ce de karşılıksız bırakılmaz. 5 Nisan 1925 tarihinde Maraş, dünyada ilk defa İstiklâl Madalyası ile ödüllendirilen bir şehir hüviyeti kazanır. Daha sonra 7 Şubat 1973’te de şehre “Kahramanlık” unvanı verilir. Adı Kahramanmaraş olur.

    Tarih, insanlığın ortak hafızasıdır. Milletler için en kapsamlı erken uyarı sistemidir. Bir coğrafyayı anlamlı ve var kılan o yerin kültürü, sanatı, edebiyatı, tarihi mirasıdır. Dünyanın nice ihtişamlı şehirleri yerle yeksan oldu da küllerinden yeniden yeniden dirildi. Gül Yetiştiren Adam’larımız, Bahçeci Hocalarımız olduğu müddetçe toprağımız, içinde güller açan cennet bahçesi olmaya hep devam edecektir.

    Maraşlı, yediden yetmişe kadın-erkek, çoluk çocuk kader birliği yaparak kazandığı bu zaferini, bayram şenliği havasında her 12 Şubat’ta yeniden yaşar.

    Bu destan, halk muhayyilesinde sonsuza kadar yaşamalı; yazar ve şairler tarafından çoğaltılmalıdır.