ALİ İHSAN KEKEÇ

MÂSERE ZAMANI

    Zamanlar içinde bir güzel zamandır mâsere zamanı. Mevsimlerin güze vurduğu, yetmeyen, yetişmeyen hiçbir meyvenin kalmadığı zamandır. Hamların olduğu, Urum’un Şam’ın bir olduğu, yaprakların sarardığı, üzümlerin altın sarısına çaldığı ve bala durduğu mevsimdir. Arıların son peteklerini doldurmak için vızıl vızıl çalıştığı demlerdir. Yazıda yabanda çadırın çatmanın kalmadığı, yaşlı dağların yalnız kaldığı zamandır. Hareketli geçen yaz günlerinin sonudur. Bir bereket mevsimidir. Zenginin fakirin doyduğu, ambarların dolduğu, tulukların, çuvalların dolup taştığı zamandır. Rahmet bulutlarının kendi gök kubbemizde dolaştığı, güneşin en son noktada doğup en son noktadan aştığı, çalışmaktan yanmış yüzlere son güz hüzünlerinin bulaştığı zamandır. Gecelerin en uzun gecelere ulaştığı, düğün dernek günlerinin yaklaştığı zamandır. Zamanlar içinde bir kutlu zamandır mâsere zamanı...

    Gün evveli mâsere ocakları onarılır. Ocaklar; ateşin yakılacağı tarafı geniş, git tikçe küçülen bir tünel gibidir. Bir taraftan kocaman odunlar atılarak yakılır, öbür tarafta pöhrek denilen ucunda baca gibi, isi dumanı çıkacak bir delik vardır. Taşları, tandırları düzeltilir.

    Ocak üzerine soldan sağa doğru teşt diye tabir edilen iki büyük leğen, sonra da büyükçe bir kazanda yan yana oturtulur. Kenarları is çıkmayacak, hava almayacak şekilde samanlı çamurla sıvanır. Bu işlemlerden sonra kapların kenarları
fırdolayı bir de hamur ile sıvanarak yaşardığı zaman şerbete toz-toprak bulaşması önlenmiş olur. Sekiler düzeltilir. Etraf otlardan, dikenlerden temizlenir. Daha önce su doldurularak ıslanıp şişen üzüm salları ayarlanılan yere yerli yerince, meyil de verilerek mâsere ocağına dikey bir şekilde yerleştirilir. Bir parça hamur yapılarak delik koşuk yerleri sıvanır. Böylece üzüm suyunun dışarı sızması önlenir. Salın önünde alt alta üç adet delik bulunur. Bu deliklerden şerbet alınır. Delikler gerektiğinde açılıp kullanılmak için birer ağaç tıkaç ile kapatılır. Tıkaçlarda bağlı olan kıl ipin bir ucu, üst tarafa çakılmış olan çiviye geçirilir. İlk iki delikten alınan şerbet, kefleme kazanına, altta bulunandan alınan, üsttekilere göre daha bulanık olan şerbet de damlalığa alınır. Damlalığa; kıl çuval veya kazan kabının içine süpürgelik çalı koyularak bir kenarda çatal bir sırığa geçirilerek yüksek yerde duran, içinde şerbetin sızıp durulandığı torbalardır. Damlalığın altına madeni bir kap konur. Durulan şerbet burada toplanır. Burada durulan üzüm şerbeti, daha saf ve temiz olur. Damlama şerbeti bu yüzden keflemeye gitmeden doğrudan birinci teşte konur. İyi durulduğu için kış hazırlığı turşu sirkesi de bu damlama şerbetinden ayrılır. Kaplardan birbirine şerbet aktarmada kullanılan kulplu taslar damda asılı olan yerlerinden getirilerek hazır edilir. Kaynayan şerbeti savuracak delikli kaplar tedarik edilir. Üzümün suyunu durultacak ağ toprak eşeklere yükletilerek getirilir. Ocakta yanacak odunlar bağlık derelerinden kağnılarla getirilerek bir kenara yığılır.

    Bir yanda bu hazırlıklarla birlikte tatlı bir telâş yaşanırken, diğer yandan üzümü kesecek kişiler zembiller, sepetler, sandıklarla hayvanlara binerek bağın başını bul muşlardır bile. Bağda şıralık üzüm ne varsa, kabarcıktan azeziden usulüne uygun biçimde teyeğe zarar vermeyecek şekilde kesilir. Üzümlerle dolan zembiller, sandıklar katırlara yüklenerek bir an önce mâsereye boşalıp gelir. Bir an önce sala düşmelidir üzüm. Dolar dolar boşalır üzüm kapları. Gider gider döner üzüm yüklü katırlar. Her taraf üzümdür. Bağ üzümdür. Mâsere üzümdür. Sal üzümdür. Kazan, kepçe, leğen, teşt üzümdür. Üzüm hetifi saçılmıştır her yere. Bir üzüm senfonisidir başlayan ve hiç bitmeyecek gibi. Bir üzüm türküsüdür söylenen...

    Gelen üzümler bir sergi üzerine yığılır. Hanımlar, kızlar, gelinler, yaşlı teyzeler, bibiler oturup serginin kenarına üzüm tehlemeye koyulurlar. Kınalı eller, harıl harıl hem de yapış yapış çalışır. Üzümler çürüğün den, kurusundan, suyu çıkmayacak kısımlarından ayıklanır. Çer-çöpünden temizlenir. Bir kenarda beşiklerde sarılı bebekl erin emzikli anneleri arada bir işi bırakıp ağlayan bebeklerinin üzerine dururlar. Acele edilmelidir. Ben diyeyim üç sal, siz deyin beş sal üzüm hazır edilecektir. Üzüm harmanının hasadıdır yapılan. Yağmura yaşa kalmamalıdır bu iş. Bu kaygı ile bir başka kaygı daha vardır anaların gönlünde: Oğlan evlendirilecektir, kız gelin edilecektir veya kaç kazan pekmez çıkacaktır? Kaç tuluk dolacaktır kara pekmezle? Eğer büyük oğlan ayrı ev olursa, onlara da pekmez ayrılacaktır. “İnşallah bereketi bol olur. Hem bol bol biz yeriz, hem de büyük oğlana ayırırız.” diye hâlis dileklerle çalışır öpülesi eller. Tevekkülle durulanır gönüller, durulan pekmez şerbeti gibi. Bu harman ortadan kalkmalıdır bir an önce.

    Aynı zamanda bir başkası için de har mandır: arılar... Arılar için bir gül harmanıdır mâsere. Arı oğul verir sanki. Üzümlerin üstünde çelkenir durur. Bulmuştur son güzde böyle bir bereketli bal kaynağını. Çalışır da çalışır, onlar da insanlar gibi. Bir arı düğünü kurulur üzüm sergeninin üzerinde. Her yere arı çokuşur. Her yerde arının türküsünü dinlersiniz üzümün türküsünü dinlediğiniz gibi. Eee... ne de olsa mâsere zamanıdır. Bağ bozumunun bereketli günleridir. Arılar da bu bereket kaynağından rızkını arayacaktır elbet.

    Tehlenen üzümler önceden hazırlanan sallara doldurulur. Dolan saldaki üzümün üzerine ağ toprak serpilir yeteri kadar. Bunun kıvamını en iyi depgici bilir. Hazırlığını tamamlamıştır depgici. Üzümü tepelemede kullanacağı lastik çizmeyi temizlemiştir. Çıplak ayak ile yapacak ise tırnaklarını kesip ayaklarını dizden aşağı yıkayıp arısili etmiştir. Bir an evvel başlamıştır sal dolusu üzümü tepelemeye ezmeye. Adam akıllı ezilip biriken üzüm suyu salın önüne kurulan ağaç tekneye dolar. Şerbet buradan keflemeye çekilir. Salın alt kademesindeki delikten alınan daha bulanık vaziyetteki
şıralı su da damlamaya alınır. Salda kalan üzüm posası bucurgatlı ağaç mengenelerde iyice sıkıştırılarak kepçiği çıkarılır. Saldan alınarak bir tarafa atılır. Sal boşalır, tekrar dolar. Yorulur depgici üzüm tepelemekten. Arada bir oturur salın bir köşesine. Şalvarın cebinden tabakasını çıkarıp altın sarısı Adıyaman tütününden bir sigara sarar. Tütünün dumanı tellendikçe debgicinin de başı dumanlanır. Bu mevsimde yavaş yavaş dumanlanan Armut Ücesi’nin doruğuna doğru dönderir dumanlı başını. Dalar gider. Bir çeker, bir daha çeker tütünü ciğerine. Bir türkü dökülür debgicinin dilinden. Bu bir ağıttır, bir oktur o yörenin insanlarının gönl üne saplanan. Debgicinin dilinden dökülür ama mâsere çevresindeki orta yaşın üstündekilerin de gönlüne oturur.

Armut Ücesi’nin başı
Yirmi beş Omar’ın yaşı
Nasıl kıydın zalim düşman
Öksüz koydun bu gardaşı

Koyunu kuzuya katmış
Gaflet uykusuna yatmış
Duydunuz mu Aydınlı’lar
Canını bir çifteye satmış

Dazgırlı sizin eliniz
Ahrete döndü yolunuz
Baban sehile göçüyor
Nasıl kalıcın yalınız.

    Öğlen geçmiştir. Birden herkes acık tığını hissetmiştir. Arada bir atıştırılan üzüm bıkkınlık vermiştir. Ne yapmalı, ne yemeli de üzümün bıkkınlık veren tadını değiştirmeli damaklardan? Kuşganada pişen bulgur aşının üzerine yakılan tereyağının kokusu karşı konulmaz bir yemek hissi vermiştir yorgun insanlara. Bulgur aşının yanında mutlaka taze, acı yeşil biberli domates salatası da olmalıdır. Güz bahçelerinden toplanmış, bir iki yağmur yemiş domatesler insanın yüzüne güler durur bu mevsimde. Kırmızının kaç tonu varsa bu yayla domateslerinin de bir o kadar rengi vardır. Genç kızlar acele ile bolca acı biberli reyhanlı, maydanozlu domates salatasını yapmışlardır çoktan. Ne koku o taze maydanoz kokusu Allah’ım!.. Ne kokudur o anamın kokusunu hatırlatan fesleğen kokusu Allah’ım!.. Sahan tasının boyuna çıkmıştır salatanın suyu. Gel de dayan. Herkesin ellerini, benim de ayaklarımı bağlasalar da öyle otursak sofraya. Bakın o zaman kepekli bulgur aşıyla acı domates salatası nasıl yenirmiş görün. Ne ise efendim... O anda ocakçının haricinde herkes işini oracıkta bırakıp dağarcıktan birer dürüm yumşacık ekmek kavralayarak toplanmışlardır. Kız gelin homa-hoşaf oturulup geç vakitte öğle yemeği yenir.

    Dur durak yoktur bu tatlı telaşı yaşayan güzel insanlara. Daha yemekten sonra bir parça dinlenmeden işe devam... Geç kalan öğle yemeği gibi alelacele öğle namazı geç vakitte bir köşede toprak üzerinde duası bile toplanmadan eda edilir.

    İş bellidir. Bağcılar üzümü kesip taşırlar sergene. Sergende üzüm tehlenir atılır sala. Salda tepelenir, suyu çıkarılır. Su keflemeye veya damlamaya alınır. Bu şıralı suyun adı pekmez oluncaya, köpüğü yalanıncaya kadar şerbettir. Keflemede delinince oradan tekneye, tekneden de durulan şerbet birinci teşte alınır. Burada belli bir sürede hamlığı giderilen şerbet, buradan da en baştaki teşte aktarılır. Bu işleme aşılama denir.

    Koyulaştıkça aşılanan koca teştte kaynar üzüm şerbeti. Biraz odun daha atılır ocağa. Ölçerilir ocak. Ateş daha bir harlanır. Teştteki şerbet daha iştahlı kaynar. Son aşamasıdır bu mâsere kaynatmanın. Son aşamasıdır şerbetin pekmez oluncaya kadar geçen zaman içindeki serüvenin. Daha doğrusu teyekten kesilen üzümün hikâyesinin son sayfasıdır. Son teşt de kaynatılır, kaynatılır. Arada bir kontrol edilir. Kıvamını bulmuş mudur? İşte bu iş ustalık ister. Zaten kulplu tas da, delikli kepçe de en usta, en eke olanın elindedir. Ham çekilmemelidir teştten. Sürekli savrul an pekmezin olduğu anlaşılır nihayet. Çıkan ilk pekmezin adı da burun pekmezidir. İlk çıkan en duru şerbetten kaynatılmıştır. Burcu burcudur burun pekmezi. Teştten kulplu taslarla don kazanına çekilerek ocağın üzerinden alınır, soğumaya bırakılır.

    İşte o anda seyri değişir bu serüvenin. Bir seyirlik seyranlık oyun olur sanki. Köyün çocuklarının köpük yalama faslı başlamıştır artık. Kulplu tasla savrulan koca kazandaki sıcak pekmez, savrul dukça köpürür; köpürdükçe buğul buğul bir pekmez kokusu yayılır çevreye. Bu sefer de çocukların türküsü başlamıştır. Kara kuşlar gibi üşüşürler kazanın başına. Pekmezin yüzünde oluşan beyaz köpüğü kimi kenarları kırpılmış çınar yaprağı ile kimi de cep bıçağı ile çam dalından yapılan köpük yalama kaşığı ile yalar, yalar... Günlerdir köy yamaçlarında bu günün hayaliyle dolaştırmıştır koyunl arı kuzuları. Belki bir ay öncesinden düşlerine girmiştir mâsere zamanı, köpük zamanı. Köpük bittikçe devam eder savurma işi. Köpük yalamayan kimse kalmamalıdır kıyıda köşede.

    Serüvenin bu faslı da bittikten sonra soguluyan pekmez tuluklara alınır. Dolan tulukların boğazı ve emiceği kıl iple bağlanır. Kıştan yaza yenmek için menziline varılmalıdır bir an önce. Tuluklar kıl çuvallara, kıl çuvallar pürtletmeden katırlara yüklenir. Dama götürülür. Tapların üzerine yatırılarak kilerdeki yerini alır. Pekmezin serüveni böylece biter. Mâsere zamanı böylece son bulur. Bir evin mâsere işi en az iki
gün sürer. Sonra başka bir komşu girer sıraya. Ben diyeyim üç hafta, siz söyleyin bir buçuk ay mâsere zamanıdır. Mâserenin türküsü söylenir bu bir buçuk ay içinde.

    “Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer.” Mâsere zamanlarının hayali cihan değer mi, değmez mi? Bunu şu anda benim gibi kırk yaşın üzerindeki insanlara sormak lâzım. Şimdi yağmur yaşlı günlerde o tatlı telâş yaşanmıyor. O mevsimde yağmurlar da yağmaz oldu. Rahmetler düşmüyor toprağımıza bol bol. O hülyalı mâsere günleri, vefasız yıllar ardına saklanmış gibi sanki. Yaşanmaz oldu mâsere zamanları. Üzümün türküsü söylenmiyor köyün annacında. Kuş hafifliği uykular uyunmuyor mâsere ocaklarının başında. Mâsere ışıkları görünmüyor, çocuk cıvıltıları gelmiyor köy gecelerinde artık. Üzüm bağlarına bakıl madı, şimdi bağlar dağ oldu. Bizim köyün insanlarına bir hâl oldu. Mâsere âdetleri batal oldu.

    Yılların arkasında kalan mâsere ocaklarının başında yaladığım o pekmez köpüğünün tadı, çocukluğumdan beri damağımda kalan birkaç tattan birisidir hâlâ... Ben şimdi bağ bozumu günleri aklıma düştükçe göğünürüm. Burcu burcu kokan pekmez köpüğünü hatırladıkça ağzım sulanır, gözlerim de sulanır. Bugün birçoğunu kaybettiğimiz köyümün o güzel insanlarının, rahmetli babamın, rahmetli anamın seslerini mâsere ocağı başında gözlerim buğulu, hoş bir seda olarak ılgıt ılgıt duyar gibiyim...