ÂTIF BEDİR

CAHİT ZARİFOĞLU’NDA
MARAŞ

     “Cahit’in çocukluğunda, şiirlerine de yansıyan bir “dağ” ve “yayla” imajı vardır. Cahit’lerle bizim yaylamız aynıydı; yayladaki evlerimiz birbirine yakındı. Bazı günler, bir kara eşeğimiz vardı, onunla yaylaya giderdik. Tabiî eşek yürümez, biz zorlarız, çok geç kaldığımız olurdu, gece yarılarına kalırdık. Daha çocuk yaştayız, o karanlıkta, derelerin içerisinde, göz gözü görmez, oradaki konuşmalarımız, işte; sonsuzluk, Allah, kâinat, varlık! Bunlar üzerine. Hatırlıyorum, orda o ağaçların altında gece yarılarına kadar konuştuğumuzu hatırlıyorum”.
(Erdem Bayazıt)

ŞİİRLER

     Şairlerin ve yazarların doğdukları ve çocukluklarının geçtiği yerler, onların yaşamında her zaman çok önemli olmuştur. Kuşkusuz bu, tüm insanlar için böyledir. Özellikle sanat ve edebiyatla uğraşan insanların ürünlerinde çocuklukları, doğdukları topraklar, gençlik yıllarının geçtiği yerler sık sık karşımıza çıkar. Tüm yazdıklarında anlattıkları kendi çocukluk yılları olan yazarlar bile vardır. Bu kötü bir şey de değildir. Sanat ve edebiyatla uğraşan insanların ürünlerindeki bu damar sağlam bir damardır. Dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar doğdukları topraklardan kopamayan, yabancılaşmayan, köklerini unutmayan yazarlar kalıcı olmuşlardır. Kökleriyle kurdukları irtibat sağlam olan, ürünlerinde - bu bir şiir, roman, öykü, resim, film olabilir- kendi insanını anlatan sanatçılardır o hâlkın gerçek sanatçıları. Kendi insanına yabancılaşmış ve hâlkına da yabancılaşmayı öneren sanatçılar kalıcı ve evrensel olamamışlardır.

     Bu bağlamda Cahit Zarifoğlu şiirine bakacak olursak tam da bu noktada durduğunu görürüz. Yerli ama aynı zamanda evrensel… Kendi insanını anlatıyor; ama bu insan Maraş’ta da olabilir, dünyanın başka bir yerinde de. Onun şiirini yalnızca bir şehirle irtibatlandırmak zor. Zarifoğlu’nun şiiri sanki yeryüzünde gezinip durur. Bazen Ortadoğu’da, bazen Afrika’da, bazen Afganistan’da. Yaşasaydı kuşkusuz Bosna’da, Çeçenistan’da ve Bağdat’ta da gezinirdi. Yani insanın olduğu; özellikle acı çeken insanın; acı çeken Müslümanın olduğu her yer onun için yazılması, gidilmesi gereken yerlerdir.

     Zarifoğlu şiirinde Maraş’la ilgili ilk ize, ilk kitabı olan İşaret Çocukları’nın Berdücesi 1962 adlı şiirinde rastlarız; ama yalnızca başlığında. Çünkü şiirin başlığı dışında Maraş’tan hiçbir iz yoktur. Şiirde kentin karabasanında oradan oraya sürüklenmiş bir genç kız anlatılır. Şiirin başlığı olan Berdücesi, Maraş’ta bağ evlerinin bulunduğu mevkide bir yer adıdır. Bunu da yine Erdem Bayazıt’tan öğreniyoruz. Şiirde Maraş’tan hiç söz edilmemesine rağmen Haydarpaşa, Aksaray, Kurtalan, Santa Luçiya, Laleli adlarının geçtiğini görürüz.

     Zarifoğlu, şiirinde birçok şehirden söz eder. Özellikle İstanbul, sanki bu şiirin ana damarıdır. Zarifoğlu’nun şiirlerinde ve yazılarında Maraş’ın yeri diğer şehirler gibi değildir. Maraş, Zarifoğlu’nun çocukluğunun ve ilk gençliğinin geçtiği şehirdir. Bu yüzden, bu şehir onun şiirinde bir fon müziği gibi durmaktadır. Doğrudan doğruya Maraş’tan çok az söz etse de bu şehir bir müzik gibi, bir arka plan gibi durur. Şiirlerde sözü Maraş’a getirmeler de çok ani olur. Örneğin bir deniz sahilindeki balıkçı köyünden, martılardan, kumsaldan söz ederken birdenbire kendimizi Maraş’ta bir evde; evin zahire odasında buluyoruz:

Sen bulgur çuvalından peynir ceresinden
Nice yufka ekmeği külekten
Kış yemişini şireyi tahta sandıktan
Aç misafire sofralarını nişe kokularıyla
Çamaşırı bakır leğenlerde dengele
Taş mutfaklarda
Arınırken odun ateşiyle ısınan sağlam sularda

Şiirde Maraş adı doğrudan geçmez, ama peynir ceresini, şireyi ve nişeyi ancak bir Maraşlı bilebilir.

Yasin okunan tütsü tüten çarşılardan Geçerdi babam
Başında yağmur hâlkaları diye başlayan şiir,
     “Anam yeşil hırkalar görürdü düşünde” diye devam eder. Bu şiirde işaret edilmiş çocuklar; Yasin okunan ve tütsü tüten çarşılar, anne ve baba vardır. Şair annem ve babam demektedir; çocukluğunu anlatmaktadır. Çocukluğun Maraş’ı manevi bir yoğunluğun yaşandığı, çarşılara, düşlere ve her yana manevi bir iklimin yayıldığı şehirdir. İşaret Çocukları’nda Maraş’tan doğrudan söz eden dizeler aynı adı taşıyan şiirin ilk dizeleridir:

     Zarifoğlu, şiirlerinde son derece modern bir dil kullanıyor, bu dil şiirlerin yazılış zamanına göre oldukça çağdaş bir dildir. Birçok yabancı sözcük, birçok Batı kenti şiirde yerini alıyor. Hatta bu şiirlerden birçoğu da Batılı kentlerde yazılıyor. Fakat herhangi bir şiirde, söz Maraş’a gelmişse her şey birden değişiyor; o modern ve çağdaş sözcükler uçuşup, yerine Maraş’a özgü, yöresel sözcükler kullanılmaya başlanıyor. Doğrudan Maraş adı geçmese de, Yedi Güzel Adam şiirindeki şu mısraları ancak bir Maraşlı söyleyebilir. Üzüm tehini ancak bir Maraşlı bilebilir.

/bütün gün badem çırptım
üzümün tehini armudun çürüğünü ayıkladım
uykuya geç vardım yatağın içine elimi daha yeni koydum rahatıma doymadım ama.../

     Doğrudan doğruya Maraş adı geçen ilk şiir de yine Yedi Güzel Adam kitabındaki Ben Dirimle Doğrulurken adlı şiirdir.

     (Çoktandır şu maraş kalesi hatıraları elinden alınmış bir taş yığınıdır. — onların yerine bilardo masaları konmuştur - şalvarlı şövalye ve kovboylar bilardo oynamaktadırlar)

     Bu şiirde Maraş’ın Maraş olmaktan çıkmışlığına, yozlaşmaya bir gönderme ve sitem vardır. Onun Maraş’ı, Yasin okunan ve tütsü tüten çarşılarıyla, dağıyla, yaylasıyla delikanlısıyla İstanbul’la kurduğu bağ ile bozulmamış, özünü korumuş bir Maraş’tır.

Buruşmaz entarisi İstanbulun entarisi buruşmaz entarisi
Maraşın seferde
Fakat İstanbul ve Maraş

Fakat Maraşın
Her kurban arayışında
Fazla davrandım ben
Yangına uğradım
Kara bir moloza ayrıldım

Bazen marsık sanıldım
Maraşın her kahraman kurban arayışında

Ve bulup sunuşunda
Mutlaka bir işareti vardı
Bayram çöreklerini tuzundan yağından anlayışın
Sertçe düşmanca gibi tokça kucaklanışın
Harbeder gibi sevişin
(...Ve Çocuğun Uyanışı Böyle Başladı )

     Zarifoğlu’nun şiir serüveninde Maraş’ın yeri apayrıdır demiştik. O, Maraş’a bir yabancı gibi bakmaz. Maraş’ı anlatırken bir yerli gibi anlatır. O bu ülkenin yerlisidir. Bir toprağın yerlisi için o toprak kutsaldır, uğruna ölünür ve tutkuyla sevilir. Bir toprağı, bir şehri hakkını vererek ancak bir yerli anlatabilir. Bu yüzden Zarifoğlu’nun Maraş’ını da ancak kendisi anlatabilir.

     Onda şehirler her zaman çok önemli olmuştur. Yurtdışına seyahate giden arkadaşlarına gördükleri her şeyi yazmalarını salık vermiştir: Sokakları, caddeleri, binaları, evleri. O, şehirlere yaşayan bir canlı gibi bakmasını bilmiştir. Ve Cemal Süreya’nın deyişiyle ‘Maraşlı delikanlı tavrını hiç bırakmamıştır.’ Yolu Maraş’a düşenleri daha şehre varmadan çok önce karşılayan Döngel Mağarası ve Ali Kayası Zarifoğlu’nun şiirine nasıl girmiş, okuyalım.

Döngel yutar gölgeleri -içi piliç- taşlığı
Çoban çocukların bile aldırmadığı
Hatta koyunların koyun yavrularının bile
Kaale almadığı
Küçücük turist sürüleri geçerken
Tarihsel bir seyirmeyle
Ali kayası gerilenir heybetlenir
(Sevgili Dostum)

YAŞAMAK

     Yaşamak uzun bir nehirdir. Bir günlükten, bir anı kitabından ötedir Yaşamak. Yaşamakta yer alan metinler şiirseldir. Uzun bir nehir gibi akar gider. Düzyazıyla başlayan metinler bir süre sonra şiirselleşiverir. Zarifoğlu en çok da Maraş’tan söz ederken kendini tutamayıp şiirin albenisine kapılır. Bir uzun nehir kıyısında yürür gibi okuruz Yaşamak’ı.
     
     Ve Yaşamak’ı okurken 46. Sayfaya geldiğimizde dururuz:

     MARAŞ 1960. O çıplak dağda nasılsa kalmıştı koca ağaç... diye başlayan ve on bir sayfa boyunca Ahırdağı eteklerinde bulunan ve adına Yalnızardıç denen bir ağacı anlatır. Zarifoğlu bu ağacı, sanki bir canlıdan, bir insandan söz eder gibi anlatır. Bu ağaç kökleri derinde, heybetli ve tarihi; aynı zamanda yalnız bir ağaçtır. Çünkü yanında, yöresinde başka bir ağaç yoktur. Ağaçtan söz ederken birdenbire büyük bir ovaya dizilmiş ve yeni bir fethe hazırlanan Kanuni Sultan Süleyman’ın ordusunu betimler. Bir yalnız ağaç Zarifoğlu’nun imgesine nasıl böyle bir sahne getirmiştir? Ağacın heybeti mi? Yaşı mı? Ve yolları anımsatır Yalnızardıç. Bu andan sonra metin şiire dönüşür; Ali, Sinan ve Hasan adında üç arkadaşın yaptığı yolculuğu anlatır uzun şiir. Yolculuk sırasında her üçü de düş görür ve aslında yolculukları bir gönle girmek için yapılmış dervişçe bir yolculuktur.

(ya aşık eyle zikri şah
Yoldaşsız varılmaz gönle)

MARAŞ 1973 6 ŞUBAT. annem iyi...

     Annesini, yeğenini ve annesinin seksen yaşındaki Duran teyzesini anlatır. Maraş’taki ailesinden üç insan üç kuşak… İnsanlardan söz ederken sevgiyle söz eder. Hepsinin kendisine kattığı bir şeyler vardır. Anneler duayı öğretir, çocuklar sevgiyi israf etmemenin yollarını, büyük teyzeler ise kurulmuş bir saat gibi yaşamayı.

     Cahit Zarifoğlu 141. sayfada MARAŞ 1968 EKİM KASIM adını taşıyan bölümde ise doğrudan Maraş’tan söz etmez. Sizi görmeliydim… diye başlayan bu bölümde kadından, aşktan, klasik müzikten, kırık dökük anılardan, çocukluktan söz eder.

     Zarifoğlu’nun şiirinde olsun, düz metinlerinde olsun Maraş’ın gerçekten de yadsınamaz bir yeri vardır. Bu yer kimi zaman kendi yaşamı, kimi zaman şehirden çekilmiş resimlerdir. Bunlar arasında portreler, manzaralar, tarihsel olaylar, gündelik yaşama dair izler bulunur. Zarifoğlu’nun anılarında yaşayan Maraş, yalnızca kuru bir şehir değil, yaşayan canlı bir varlıktır.

RASİM ÖZDENÖREN
CAHİT’İN MARAŞ’I YA DA YA MARAŞ
YOKSA!

     Elimdeki kartpostalların hiç birinde Cahit’in (Zarifoğlu) Maraş’ını yakalayamıyorum. Onun, Yaşamak’ın bir yerinde “Ya Roma yoksa!” diye evhama kapılmas ına benzer bir evhama kapılmaktan kendimi zor koruyorum. Çarşılarında “yasin okunan tütsü tüten” bir kenti arıyorum bu düzenli görünmesi için özenilmiş fotoğraflarda. Ama galiba, görüp göreceğim sulara zamanın dert getirmiş olduğunu görmek olacak. Çünkü içinde eski balıkların yattığı kayalar yontulup savaşan insanların elinde balta ve mızrak şekline dönüşmüştür. Gene de aranıyorum o kenti:

     Aradan daha ne kadar zaman geçti ki! Cahit’le karşılaştığımız o daracık Maraş sokağında, beni görmeden geçmiş olmasına hayret etmiştim. Yalnızca hayret etmiş olmakla kalsaydım, gene de iyiydi: kırılmıştım ona. Çünkü o tarihte, onu daha, yakından tanımıyordum. Onun da beni tanımış olduğuna ihtimal vermek, şimdiden geriye bakınca, zor görünüyor. Ama mesele bu değil şimdi. O daracık, o herhangi bir arabanın, bir at arabasının bile geçemeyeceği kadar dar olan o sokağın halen yerinde durup durmadığını merak etmem gerekiyor. Bu fotoğraflara bakılırsa şimdi ne o sokak yerinded ir, ne lise binası, ne Abarabaşı’ndaki Yeni Sinema.

     Kartpostalın arkasında “Kaleden kentin gece görünümü” açıklaması yer alıyor. Renge silme mavi ton hükümran olmuş. Kamera, kartpostalın tam ortasında duran Ulu Cami’ye odaklanmış. Sarı, parlak bir aydınlık saçılıyor oradan. Ulu Cami diyorum ama, onu tanıdığımdan değil; bu kartpostalın Maraş’ı göstermek için çekilmiş olduğunu bildiğimden söylüyorum bunu; tahmin ediyorum demek daha doğru aslında. Gece manzarasının ufkunda muazzam binalar: nerdeyse gökdelenler diyeceğim. Bu kartpostalın nereye ait olduğunu bilmesem de, bana, burada görünen kentin neresi olduğunu tahmin etmemi isteseler, sanırım, “Şikago” demekte fazla tereddüt etmezdim. Gene de garip bir sükûnet gözleniyor: kentin üstüne mavi bir jelatin kağıdı geçirilmemişse, o mavi kağıttan gözlük seyircinin gözüne yerleştirilmiştir. Böyle bir perdenin arkasından görünüyor kent ve ortalarda hiçbir canlılık belirtisi yok: ne bir araba görünüyor herhangi bir caddeden geçen, ne de insan siluetleri belli oluyor kımılda yan. Hayır, dalların arasından bir otomobil görünmüyor değil, ama öyle örtülü bir görünüş ki bu, farlarının yanıp yanmadığı belli olmadığı için, pekâla oraya terkedilmiş bir otom obil diye bakılabilir ona.

     Şimdi de, elimde, bir gündüz manzarası var. Hayır, kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım, bu kartpostalda tanıdık hiçbir figür seçemiyorum. Hiçbir ayrıntı bana
aşina gelmiyor. Muazzam apartman binaları, iri kütleler hâlinde yan yana sıralanmış gidiyor. Ön kısımda küçük, yeşil bir alan: hiçbir özelliği yok, her yerde rastlanabilecek türden bir yeşil alancık: ağaçları da daha büyümemiş. Arka kısımdaysa sadece, karmakarışık bir çatı tarlası uzanıp gidiyor: bir tepenin üstüne yığılmış alışılmış bir varoş görüntüsü. Üstelik bu kart postalda herhangi bir minare de görünmüyor. Bundan ne çıkar diyeceksiniz? Bundan şu çıkar: Cahit’in ve benim otuz-beşbinlik o zamanki Maraş’ında, biz Kale’den elliye yakın minare sayardık. Şimdi, kentin, yeni meydana gelmiş bu kesiminde herhangi bir minare görünmüyorsa, bu, bu mıntıkanın baştan aşağı yeni meydana getirilmiş olduğuna delalet eder.

     Elbette. Bir kenti, kartpostaldan seyretmek, onu, tümüyle bir imge hâline getirmek demek olur. Ben şimdi, üstü mavi jelatinle kaplanmış böyle bir kente bakıyorum ve Cahit’e ait olmayan bir kent olarak tahayyül ve tasavvur edebiliyorum. Biraz daha ileriye gidip kartpostallara yansımış bu Maraş gö rüntüsünde bir ruh bulamadığımı da söyleyeceğim. Çünkü:

     Bu kartpostallarda, Cahit’in şiirinde dile getirdiği camiler, bu camilerin avluları, bu avlulardaki havuzlar, bu havuzlardaki sular görünmüyor. Ayrıca: Güneşin bütün renklerini görmeden babalarının dükkânına nenelerinin ocaktan koyduğu kaynar yemekleri götüren çocuklar da görünmüyor. Bunların yer almadığı kartpostallarda, Maraş’ı Maraş yapan ruhu görmenin de imkânı kalmıyor. Çünkü bir kente ruhunu veren onun yalnızca binaları değil, o binalarla birlikte kentin tüm mimarîsine anlam katan, babalarının dükkânına sefer taşlarıyla yemek taşıyan çocukların görüntüsüdür.

     Kartpostallarda görünen Maraş’tan söz açmış olduğumu unutmuyorum. Orada, jelatin kâğıtları arkasına gizlenmiş bir kentte o kentin ruhunun görünmediğini ileri sürerken her hangi bir yanılma payına ihtimal tanırken, her şeye rağmen gerçeklikten izler yansıtıldığını da inkâr etmemek gerekiyor. Öyleyse son sözü söylemek için acele etmeyelim. Ancak son söze gelmeden önce böyle bir ruhsuzluğun ortalarda dolaştığını vurgulamaktan da geri durmayalım.

     Bu halay çeken çetelerin oyun esnasında tespit edilmiş figürleri de durağan: bir örnek börkleri, sırma işlemeli cepkenleri, ipek/saçaklı kuşakları, ağır şalvarları ve ayaklarındaki edikleriyle bir tiyatro sahnesinden çıkıp davul zurnanın eşliğinde halay çekiyorlar. Arkada görünen sık ağaçlar da insan eliyle büyütülmüşlüğün bütün işaretlerini taşıyor. Her şey, alfabedeki at gibi dört ayağı üstünde duruyor. Hiçbir eksik bırakılmışlığa müsaade edilmemiş bu tabloda: her şey yerli yerinde, boyunlara bağlanmış fularların salınışı bile bir örnek. Beyaz ipek kuşakların arasına sıkıştırılmış
mavi renkli peşkirler de, o tiyatro kostümcüsünün elinden çıkmışlığı bağırıyor. Oysa Cahit’in şiirinde dile getirdiği erkeklere bakın: “Başı ve yüreği şahbaz/Kaleleri ağırlayan kadınları/Süslerini kemerlerini/Başlarını ağırlaştıran/Ağır siyah şelale saçlarını/Tutunca gençleşirdi erkekler.”

     Bu erkekler, demirinde gül suyu şişeleri asılı pencereleri olan Cahit’in sahici kentinde yaşardı. Bu kentin, duvarlarına akrep tutturulmuş odaları vardı; duvar akrebin altında gezin irdi; duvar loş akrep sarhoş olurdu; lambanın büyük şafağında çocuklar mutfağa gidip gelirdi; kilerde kirpiler olurdu, kirpiler çuvalların dibinde peynir küpünün içinde görülürdü: her şey böylece, bu kadar sahiciydi. Bir evde kavun çekirdekleri kavrulurdu ve bir çocuk kızgın kavun çekirdeklerini alıp ağzına değdirirdi ve belki tam o sırada toprak süyüklerden yağmur sallanırdı. Dahası da var: “Bütün kozlu dere künbet yıldız avında /yıldızların yanında onlarla sahi/onlardan biri/topraktan tutmuşum yıldızım ne zaman kayacak/ve şan şan açılır kitaptan sayfa/bir küçük kıyamet yatırılmış içine/üç parmak eninde/ gerçek tavanda dönen fare.”

     Bütün bunların bir kartpostalda görünemeyeceğini itiraf ve kabul ediyorum. Bütün bunları Cahit’in zihni bize görünür kılıyor. Ama onun bahsettiği kentin, şimdi kartpostallarda görünen kent olmadığını da hatırlamamız gerekiyor. Şimdiki Bahçelievler semtinin camisini resmeden bir kartpostaldaki caminin de Ayasofya ile Süleymaniye’ye benzetilmek istenmiş olduğunu bu görüntüde fark ediyorum. Belki de hayattan kartpostala aktarılan görüntünün kendisidir cansızlaşan ve ruhsuzlaşan. Çünkü bu caminin serin avlusu aslî gerçekliğinde bu kadar donmuş ve dondurulmuş değildir; bilakis, onun avlusu insanda sürekli abdest alma hevesi uyandırır.

     Her şeye rağmen, bir şeyi keşfetmek istiyorum bu fotoğraflarda: kendi dışsal bilgimi de katarak bu fotoğrafların görünmeyen yüzünde var olduğunu bildiğim o şeyin, görüntüde, tecelli etmesini bu keşfime dahil etmek istiyorum: Benim elimdeki kartpostallar Cahit’in ve benim Maraş’ımın görüntülerini yansıtmıyor. Damlarında tarhana kurutulan Maraş’ın yani. Kışlık şıraların, yıllık zahirelerin tedariklendiği Maraş’ın da.. yani bizim bildiğimiz geleneksel Maraş’ın. Eski, geleneksel Maraş, bu kartpostalların tümüyle dışında bırakılmış. Ortaya çıkan ruhsuzluğun sebebi, budur diyorum. Ama ancak benim gözümle fark edilebilen minicik ışıklar serpiştirilmiş gene de oraya buraya: tarihin tümüyle dışlanmak istendiği bu tablolarda bile fark edebiliyorum onları. Kentimizin kalesi yok benim elimdeki fotoğraflarda, çünkü onlar zaten kaleden alınmış. Böylece bu fotoğraflarda yansıyan bütün manzaraların “modern bir makas” tarafından “modern bir bakışın” buyruğuna uyularak kesilip biçilmiş olduğunu söylüyoruz. Gene de bu çerçevenin dışında duran o eski Maraş’ın hâlen var olduğuna ben kendimi inandırdığım için, eskiden orada duran, oranın
yerleşik merkezi olduğu bilinen gül adacıklarının zaman içinde, kartpostallarda görünen Maraş manzaralarına da sirayet edeceğini ummak istiyorum.