KERİM İLE ALİ’NİN AĞIDI
Ericek köyünden Resul Ömer’in oğlu Ali ile Kerem Dolu, yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen, arkadaştan öte, iki sırdaş, iki dostturlar. O gün (01.02.1959) Kerim, Ericek’e görmese duramadığı Ali’nin evine gitmiş, yenilmiş, içilmiş muhabbet edilmiştir. Kerim bir ara silahını çıkararak yağlar ve içinde kalan son mermiyi fark etmeyen Kerim, canı kadar çok sevdiği Ali’yi vurur. Aldığı kurşun yarasıyla oracıkta vefat eden Ali’yi gören Kerim panikler. Ne yapacağını bilemeyen Kerim Mallaçça köyünden olmasına rağmen Çardak köyüne (kasaba) doğru koşmaya başlar. Çünkü kardeşlerinin bir kısmı Çardak’ta ikamet etmektedir. Tombak köyüne geldiğinde arkasından gelen Ericekli köylülerden korunmak maksadıyla Tombak’ta bir eve sığınır. Sığındığı ev sahibi Kerim’i içeri alır ve evin kapısını dışarıdan kilitler. Lakin bu sığınma Kerim’i kurtaramaz. Kerim’in sığındığı evin etrafını saran Ericekliler evin içerisinde yalnız olan Kerim’i Ateş altına alırlar. Yüz yüze gelindiğinde üç-beş adamın üstüne gelemeyeceği, gözünü daldan budaktan esirgemeyen Kerim’i galeyana ve bir kısım hasetlerin de gayretiyle iradesizleşen kalabalık hiçbir canlının kendi cinsine reva görmeyeceği zulümlük ederek ölümüne sebep olur. Bu iki yiğidin aynı günde içler acısı şekilde ölümlerine, Akveren köyünden Haliloğlu Süleyman Dal’ın on bir yaşında yazdığı destan olur ve ederi yirmi beş kuruştan satılır. Süleyman Dal bakalım ne demiş:
Göksun kazasının Tombak köyünde
Feci kaza ile ölen yiğitler
Sorarsanız Ali, Gökçe soyundan
Gözümüzden kan yaş döken yiğitler
Kerim tabanca ile uğraşır durur
Unutup elini tetiğe vurur
“Ah!” derim içimden yağları erir
Bizi yas içinde koyan yiğitler
Ömer ile Gümüş durmadan ağlar
Sularımız bile tersine çağlar
Tombaklılar bile kazayı söyler
Dertleri dillerde kalan yiğitler
Kaza oldu Ocak ayı iki de
Kuşlar ağlaşıyor şu mavi gökte
Bir tanecik mermi kalmış tüfekte
Başları belalı olan yiğitler
Kerim’i sorarsan Malaçça köyü
Dört mermi deliyor bu usul boyu
Türk’e yakışır mı asildir soyu
Beyni delik kalbi üzgün yiğitler
Cuma gününde bu kaza oluyor
Bu feci kazada ciğer deliyor
Dostlar ağlar düşmanlarda gülüyor
Dostları ağlatıp giden yiğitler
Dört mermi ile bir Kerim’i vurdular
Kafasını dilik dilik dildiler
Ne kötü şey hepsi katil oldular
Gözlerini dünyaya yuman yiğitler
Şehit olup bu dünyadan göçtüler
Ecel şerbetini hemen içtiler
Gönüllere dert kuyusu eştiler
Bizi dert içine atan yiğitler
Ben burada son veriyom sözüme
Bir od düştü yanar tatlı sözüme
Dünya Zindan görünmüyor gözüme
Dünyayı bize dar eden yiğitler
Süleyman Dal der ki; bitirdi sözü
Aşkın ateşiyle yanıyor özü
Kanlı yaş bürürdü şu iki gözü
Meskeniniz cennet olsun yiğitler
Haliloğlu Süleyman Dal (Akveren Köyünden)
GELİNLİK HACCE’NİN AĞIDI
Düğün dernek kurulmuş, Hacce kız gecenin sabahına gelin çıkacaktır. Sabah olur, Hacce’yi uyandırmak için anası Hacce’nin yattığı odaya girer. Girer girmesine de gözlerine gözlerine inanamayacağı bir durum vardır, Hacce yatağında ölmüştür. Düğün seğmeni dışarıda Hacce kızı gelin çıkarmak için bekleşmektedir. HAcce kzın anası bir kara yasa gark olmuş. Hacce’nin ölüm haberi bir kurşun soğukluğunda ciğerlere saplanmıştır. Seğmen Hacce kızın defin işlemlerine refakat eder. Hacce kızın ailesinin bu acı durumuna ortak olan gelin alayının ayrılma vakti gelip çatmıştır. Gelin alayına, Hacce kızdan iki yaş daha küçük bacısı Remzi’ye gelin olarak verilir. Hacce’nin anası bu duruma şöyle ağıt yakar:
Maraş’tan da kalktı sağmen
Aksu’da oturdu mu
Ne yüreksiz felek imiş
Hacce kızı götürdü mü
Dolanır gelir çardağı
Elinde gümüş bardağı
Selam söylen güvaye
Beklemesin boş gerdeği
Sağmen kol kol olmuş gezer
Başkatip cehizin yazar
Hacce kızdan soyha kalmış
On altınlık sırma hızar
Yegeler keser kekili,
Cehiz ortada dökülü
Hacce gelin olmam diyor
Remziye Hanım vekili
Gerdekte fener mi yanar
Öldü desem eller kınar
Boş sağmen geri mi döner
Bacısı binsin maviye
EJDER GÖÇER’İN KENDİNE YAKTIĞI AĞIT
Evlat, kardeş, bacı acılarını genç yaşta tadan Ejder Göçer’in, içinde bulunduğu durumu kabullenerek her şeyin haktan geldiğinin şuurunda olmanın getirdiği ferasetle “ Allah’tan gelene ne derim!” diyerek mevcut durumu işlediği ağıtını:
Ne Derim
Mihrican bağrımı vurmuşta benim
Elleri koynunda yâra ne derim
Gam kaplar sağımı solumu benim
Belli ki kaderim kara ne derim
Bağrıma vurulan hançer mi benim
Kesti kuruttular bahçemi benim
Geçmez pul ettiler akçemi benim
Alnımdan dökülen tere ne derim
Şu yalan dünyada gözüm yok benim
Anladım derdime çözüm yok benim
Neden Mihriban’ım, kızım yok benim
Sorarsa yattığı yere ne derim
Bu dünyanın arkası ne önüne ne
Kar yağdı başıma yazın gününe
Duyurmaz Göçeroğlu ünü ne
Düşerse yakacak kora ne derim
Ejder Göçer
KEVEN’E GİDERKEN YAKILAN AĞIT
Zaman kıtlık yıllarıdır. İnsanların açlık çektiği devletin zayıf düştüğü günlerdir. Ev horantasının, her ferdinin çalışmasına rağmen karnının doymadığı yıllardır. Ne insanların geleceğe ait bir hesapları, ne de yaşadıkları güne dair bir planları vardır. Bu ağıtı yakanın şiirde geçen Mandır ifadesinden Elbistan’ın Gökçeören köyünden veya Kökez’den olduğu sanılmaktadır. Hayvanlar için konulan saman kış çıkmadan tükenmektedir. Samanını tükenen hayvan sahipleri hayvanlarına keven denilen dikenli yaban otunu ütüp doğrayarak saman niyetine vermektedirler. İşte, böyle kevene giden biri tarafından söylenen keven ağıtı:
Sabahınan erken burdan kalkmalı
Gün değmeden ta Mardın’a çıkmalı
Kimini ütüp de kimini yakmalı
Ben senin kahrını çekemem keven
Sabahınan erken burdan gitmeli
Hemi doğramalı hemi ditmeli
Hasan Paşa gimi hizmet etmeli
Ben senin kahrını çekemem keven
Âşık da söylüyor kendi özünden
Eli üşün yaş dökülür gözünden
Bir çüt bir tek koç öküzün yüzünden
Ben senin kahrını çekemem keven
Ahmet Çıtak
KETİZMEN KÖYÜNDEN MURADINA EREMEYEN BİR GENCİN AĞIDI
Elbistan’ın Ketizmen köyünde çok yoksul bir genç vardı. Ağlıca köyünden bir kızla nişanlanır; ama bir türlü düğünü tutup gelini Ketizmen’e getiremez. Bir gün bir pınarın başında cansız cesedi bulunur; ağasına ait atı da bağsız vaziyette başında beklemektedir. Nişanlısına haber verilir. Acı haberi alan nişanlısı Ketizmen’e gelir ve nişanlısının ölüsünün başına oturarak şu ağıtı yakar:
Pınarın başına yatmış
Oful oful ofuluyor
Kekili alnına yatmış
Üfül üfül üfülüyor
Ketizmen’in çayırına
At koyurmuş bayırına
Mammet Ağa kefen sarmış
Başı gözü hayrına
Aman deyze canım deyze
Ben ağlarım geze geze
Kınamayın eller beni
Duvaksız söyledim bunu
Kaynımın da adı Mahmut
Hiç kimseye etmem minnet
Vallahi giremem sensiz
Deseler ki işte cennet
Kaynımın da adı Tuta
Ben yanarım tüte tüte
Ben de gelin gidemedim
At boynundan tuta tuta
NASİYE GÖÇER’E AĞIT
Nasiye Göçer 1950 yılında Elbistan'ın Kışla köyünde Halil-Fatma çiftinin 5 çocuğundan üçüncüsü olarak dünyaya gözlerini açar. Gün günü gelişir; 16 yaşına ayak bastığında etraftan dünürcüler gelip gitmeye başlar. Bunu fark eden Nasiye'nin emmisi Mehmet: “Otumuz olsa oğlanımıza yeter, ben Nasiye’yi oğlumu aldım.” der. Böylece emmioğlu ile evlenen Nasiye’nin gelinlik dönemi başlamıştır. Günler haftaları haftalar ayları kovalar ve ilk çocuğuna hamile kalır. Vakit tamam olur, lakin şartları tamam olmadığından doğum köyde gerçekleşemez. Geçen zamanın aleyhine işlediğini Nasiye'yi Elbistan Devlet Hastanesi'ne getirirler. Burada ilk müdahale yapılırsa doktorlar acilen Malatya'ya yetiştirilmesi gerektiği yönünde telkinlerde bulunarak sevkine karar verirler. O günkü şartlarda yola çıkarılan Nasiye Darıca mevkiine varıldığında Hakkın rahmetine kavuşur. Alı yeşili solmadan kara toprağa giren Nasiye’ye kardeşi Ejder Göçer şu ağıtı yakar:
Beyaz tene siyah saçlar
Ne de güzel yakışırdı
Ela göz üstüne kaşlar
Ne de güzel yakışırdı
Beni görür sevinirdi
Derdi gamı silinirdi
Yavaş yavaş gezinirdi
Ne de güzel yakışırdı
Oturmuş gergefin işler
Kötü kötü gördüm düşler
Güldüğünde inci dişler
Ne de güzel yakışırdı
Ne kadar güzeldi huyu
Kendi zarif orta boyu
Giyinince rengi koyu
Ne de güzel yakışırdı
Kıymetini bilmez eller
Seni anlatamaz diller
Perçemine taksam güller
Ne de güzel yakışırdı
Bilmem kaç gün çektin acı
Reva mıydı bunca sancı
Dört kardeşe bir tek bacı
Ne de güzel yakışırdı
Kül oldum ben yana yana
İsmini koymuştum ona
Bacı yavrum kucağına
Ne de güzel yakışırdı
Kızım var sor nerde hala
Götür ona benden selam
O tatlı dillere kelam
Ne de güzel yakışırdı.
Ejder Göçer
FADİME GÜNAY’IN ÇOCUĞUNA AĞIDI
Fadime Günay, Til köyünde (Akbayır kasabası) telli duvaklı bir düğünle gelin olur. Evliliğinin üzerinden seneler geçmesine rağmen, cennet meyvesi olan bir çocuk sahibi olmamıştır. Ailenin üzüntüsü geçte olsa yerini neşe ve sevince terk etmiştir. Çünkü Fadime gelin hamiledir. Gün dolanır, 1966 yılında çocuk dünyaya gelir. Köy şartlarında sağlık bir ortamda dünyaya gelen çocuk, göbek bağı kesilirken mikrop kapar. Rahatsızlandığını fark eden aile derhal bir cip tutarak çocuğu hastaneye götürür. Lakin geç kalınmıştır. Yol yarı olmadan çocuk ölür ve cip gerisin geriye dönerek Til’e gelir. Bu kadar kısa sürede doktora gidilip gelinemeyeceğini bilen Fadime, çocuğunun öldüğünü anlar ve cipi şu ağıtla karşılar:
Bir cip gelir Elbistan ilinden
O cipte kırılsın ince belinden
Yörü felek ben sana n’eledim
Bir körpe verdinde aldın elimden
Fadime Günay
MOTORUN ALTINDA KALARAK CAN VEREN HALİL GÜMÜŞ’E AĞIT
Ambarcık köyünden Osman Gümüş ev yaptırmaktadır. Halil Gümüş ise yapılan evde kullanılmak üzere, Elbistan’a bağlı Köseyahya köyünde bulunan taş ocağından motorla taş getirmektedir. Bu sırada motor devrilir. Halil Gümüş devrilen motorun altında kalarak oracıkta can verir. Bacısı Fatma kardeşi Halil’e şu ağıtı yakar:
Köseyahlının yılanı
Gezer dolanı dolanı
Gardaş dağda can veriyor
Kana beleni beleni
Hota babam oğlu hota
Yomlu gider bundan öte
Gardaş dağda can veriyor
Kayalardan tuta tuta
Kapımızın önü arık
Akarsuyu boz bulanık
Gardaş dağda can verirken
Bacısına haber oluk
Yüce dağlar yüce dağlar
Akarsuyu gider çağlar
Gardaş dağda can veriyor
Ne karar verici bağler
Havada gönüm havada
Ciğer kavrulur tavada
Tez gel benim babam oğlu
Öksüzler kaldı yuvada
Kapımızın önü yonca
Yonca kalkar dam boyunca
Vadem yetip ben ölürsem
Can vermem gardaş gelmeyince
Fatma Nehir ( Gümüş)
RECEP KORKMAZ’IN KIRILAN AĞAYINA YAKTIĞI AĞIT
Recep Korkmaz, Elbistan’ın Tepebaşı Mahallesi’nde kerpiçten yapılmış tek katlı bir evde ikamet etmektedir. Dam dediğimiz evin üstü topraktır. 21.11.2011 tarihinde, yağan karı kürümek için dama dayadığı merdivene çıkarken, merdivenin altı kayar ve Recep Korkmaz, dam seviyesinden aşağıya düşer. Bu düşme esnasında sol ayağı bilekten küt kırılır
Sene iki bin bir saat on iki
Kırıldı dostlarım ayağımın teki
Bu dünya yalandır ol Hak’tır baki
Elimle eyledim kime ne diyem
Hep şaşırdım kaldım dediler ki n’edek
Oğlu çabuk gelsin telefon edek
Kar yolları tuttu nereye gedek
Ol Mevla’dan geldi kime ne deyim
Bir telaşla hastaneye ulaştık
Film röntgen her tarafı dolaştık
Doktor bey gelmeden acele kaçtık
Elimle eyledim kime ne deyim
Bir on güç gün yattım bitmedi
Ne boş kafam bir doktora gitmedi
Hep görenler dedi fayda etmedi
Elimle eyledim kime ne deyim
Ayağım çürüdü boyutu aştı
Bütün etrafına kokular saçtı
Halimi görenler telaşa düştü
Ol Mevla’dan geldi kime ne deyim
Çağırdık Aydın’ı getirdik hızla
Virajlara girdik doksanla yüzle
Dayan ha canlarım az daha sızla
Elimle eyledim kime ne diyem
Malatya iline selamet vardık
Askeri hastane önünde durduk
Tabip binbaşıya ifade verdik
Ol Mevla’dan geldi kime ne deyim
Saat dokuz hep doktorlar geldiler
Buzdan yapma bir odaya aldılar
Tam on yerden matkabınan deldiler
Elimle eyledim kime ne deyim
Emine’m başımda çok hizmet etti
Bütün oruçları zöhürsüz tuttu
Hastane çilemiz burada bitti
Elimle eyledim kime ne deyim
Korkmaz’ım gezerdik bak kaldın ele
Ne dilersen Hakk’a şükür et dile
Mevla’m beterin vermesin kula
Elimle eyledim kime ne deyim
Recep Korkmaz
ÇİÇEK KÖYÜNDE İNTİHAR EDEN KUMRU GELİNİN AĞIDI
Elbistan’ın Çiçek köyünde intihar eden Kumru geline, Eldelek köyünden Ali Gözükara’nın yaktığı ağıt:
Omzunda deste melik
Ciğer gelir bölük bölük
Yandım anam diye diye
Kumru saçlarını yoluk
Söğütlü çayı akıyor
Derdi âlemi yakıyor
Uyan Kumru gelin uyan
Kızlar sağmene çıkıyor
Toplu cenaze alayı
Müezzin verir salayı
Anne ayrılmaz kızından
Ağlar meleyi meleyi
Ali Gözükara