HASAN REŞİT TANKUT

MARAŞ’TA KURTULUŞ
BAYRAMI
                                 (12 Şubat 1944)

    Maraş, Anadolu’nun orta büyüklükteki sakin şehirlerinden biridir. Onu, sakar ve sert tabiatlı Ahır Dağının dört tepeli, dört sağrılı geniş bir sekisinde (teras) kurmuşlar. Yücelerden bakılınca bu şekliyle Maraş yere henüz düşmüş taze bir çınar yaprağını andırır. Yere henüz düşmüş taze bir çınar yaprağının dolgun ve gür yeşilliği, bucak, bucak kuytu dereleri, yamaç yamaç yalçın kayaları, yer yer köpüklü çağlıyanlariyle bu şehir kuruluşunun daha ilk gününden başlıyarak güzelliğe, sanata vurgun yaşadı.

    Evet burası, çevrenin âsi tabiatına rağmen şiir in ve sanatın yuvasıdır. Zengin ışık bolluğu, hare hare renk taşkısı (tuğyan) iç varlıkta ancak bu anlamda akisler yapabilir. Ruhların berraklığı yüzlerde tatlılık, bakışlarda ılıklık, tanışmalarda cana yakınlık yaratmıştır.

    1914–18 Büyük Savaşından önce biz Elbistan çocukları daha cenuptaki kültür merkezlerimize inerdik. Ben Şam’da okurdum. Her yıl ders kesiminden sonra Şam’dan kalkar G.Antep üzerinden Maraş’a gelir oradan da Ahır Dağının ardındaki Elbistan’a giderdik. Yaz sonu bu yolu gerisin geri, tekrarlar Şam’a dönerdik. Yolumuzun üzerinde büyük kasabalar büyük şehirler vardı. Maraş bunların içinde bir başka âlem yaşar, bir başka âlem yaşatırdı. Her sabah güneşle beraber sokağa fırlayan halkın yukarı mahâllelerden aşağıya, Bedestene doğru akışında sessiz bir kıvılcımlanma sezilirdi. Yediden yetmişe kadar herkes koşardı. Gönül dolusu selamlaşmalarda kekikli yamaçların süzdüğü bahar yellerinin yumuşaklığını duyardık. Çarşının durmak, dinmek bilmiyen git gelinde (ame-düşüt) ateşli alışverişlerde; pınar başı gezilerinde, okul çocuklarının haşaralığında, pazar yerlerinde hep bu yumuşaklık, bu tatlılık bu ılıklık ve bu cana yakınlık vardı.

    Bedestende sanat erleri, bütün enerjilerini fazlar eser vermekte, bütün zekâlarını eseri mükemmelleştirmekte harcar, bütün Maraş son damlasına kadar dikkatini yalnız bu uğurda kullanırdı. Bu halk çok sakin, sonuna kadar barışçı idi. Böyle olmakla beraber yaşlılarımızdan Maraş’a özgü döğüş ve uğraş hikâyeleri duymaz değildik. Tekli ve toplu kahramanlıklar devrinin bu çevrede olmuş bitmişleri başkalarından az canlı, az coşgu (heyecan)lu değildi. O tarihlerde Maraş taburlarının kıymeti, hele yiğitliği ağızdan eksilmez, dilden düşmezdi. Halk şairleri bu kahramanlıkları ateşli ve ışıklı dille överdi. Fakat Maraş o günkü yaşayışiyle bir barış merkezi, bu merkezde Maraşlı, barışın gönüllü kahramanı idi.

    1919 Şubatının ortalarına doğru idi. Bir sabah sokağa çıkanlar şehirdeki asker birliklerinin yola koyulmuş olduğunu gördüler. Bütün ağırlıklariyle Ceyhan boyunca
yukarıya doğru çekiliyorlardı. İkinci sabah bu birliklerin Ahır Dağını da Berit Dağını da arkada bıraktığı duyuldu. Belirsiz, bilinçsiz (şuur) bakışlar boşluğa ürkek sorgularsa vuruyordu:
Neden gittiler? Niçin bu kadar uzaklara çe kildiler?

    Bahar ovayı bezemiş bütün gençliği ile şehre dolmuştu. Tarla tarla çiğdemler, öbek öbek nergizler Ahır Dağı yamaçlarının sayısız pınarlarına doğru sellenmiş taşıyordu. Yarpuzlu derelerin ıtrı bulut buluttu. Kuş sesleri ışıldamış, bahçelerin körpe yeşilinde konserler başlamıştı. Bu yılki bahar çok haşmetli idi. Sahipsiz, kuvvetsiz ve tek başına kalan şehir günlük hayatından şaşmadı. Bedesten yeni işliyor. Bedestendekiler eserlerinin üzerine eğilmiş yine çalışıyordu.

    Şubatın yirmi üçüncü pazartesi günü idi. Güney ufkunda bir kara bulut belirdi. Ağır ağır ilerliyen, yaklaştıkça çirkin çirkin büyüyen bir kara bulut. Çok geçmedi bu kara bulutun altından bir düşman süvari alayı sıyrıldı. Belirsiz, bilinsiz bakışlar boşluğa ürkek sorgular savuruyordu:
    Bunlar kimdi? Ne için geldiler?
    Gelenler yerleşti. Fakat ne için geldikleri bilinmedi. Tam yedi ay sahipsiz, kuvvetsiz ve tek başına kalan şehir yine sakin yaşadı. Barışçı çehresini değiştirmedi. Yine barışçı kaldı.

    Güz gelmiş, Teşrin aylarına girilmişti. Maraş, bağlardan, bahçelerden, uzaklardaki çiftliklerden çekilmiş merkezde toplanmıştı. Ovada çiçeklerin boynunun büktüğü bugünlerde Ahır Dağının doruğuna kar düşmüş, sert yakıcı poyraz başlamıştı.

    1919 yılının Birinci teşrinindeyiz, ayın on beş inci günüdür. Şehirde sert ve yakıcı bir haber inledi: Bütün Kilikya, Adana, Maraş, Antep, Urfa Fransızlara bırakılıyormuş.

    Ne oluyordu? Ahır Dağı göbeğinden çatlamış ovalara mı devriliyordu? Ceyhan şahlanmış gökleri mi tosluyordu? Yoksa Maraş tek Maraşlısına kadar yerin dibine mi geçmişti? Bu sefer boşluğa savrulan sorular belli, belirli ve hükümlü idi: Maraş Türklükten ayrılacak, düşman eline bırakılacak ha? Bir anda Maraş tek bir kalp kesildi. Kaynağı belirsiz tek bir hareket genel bir hareketsizlik yarattı. Bütün Maraş bir anda soluk kesmiş susuyordu.

    Demircinin çekici örse inmedi. Bakırcının tok mağı boşlukta durdu. Çulhanın mekiği yuvasında kımıldamadı. Saracın bizi geçmedi ve dabağın der isi kolunda asıldı kaldı.mBabaların şefkati dondu, analar yavrularını bağırlarından ayırdı. Delikanlılar aşkı geri itti. Can evine kadar işliyen sorgu, sorguların en uğursuzu beyinlerin içinde tekrar burgulandı:
Maraş Türklükten ayrılacak. Düşman eline bırakılacak ha? Ve sonra birden bütün Maraş bir ağız olarak haykırdı: olamaz.

    O vakit kalp işledi, kafa işledi, gövde işledi, san at işledi. Fakat bu sefer her işleyen başka türlü işliyordu. Sakin, sulhcü şehrin o günkü halkını bu sual ve cevaptan sonra şuur altı (tahtelşuur) âleminin hükmüne girmiş buluyoruz. O günkü Maraşlı artık güzelliğe vurgun değildi. Sanatın saf ve berrak aşkını sıyırmış bir tarafa atmıştı. Ev ocak da bilmiyordu. Onda, millet yapan ilkelerin (prensip) hepsi birden canlanmıştı. Kan kaynamış, gelenek (anane) parlamış, süre (durée) istemiş ve türe buyurmuştu:
 
    Düşman koğulacak. Maraş Türk kalacak!

    Çok geçmedi düşman süvari alayı birinci teşrinin otuzunda Maraş’ı ikinci bir düşmana devretti. Bu yeni düşman çoktu, kuvvetli idi, kıyıcı idi. Emrinde intikamcı taburlar vardı. Mala, cana, ırza el uzatıyordu. Camilere bomba, evlere kundak yerleştiriyordu. Bir taraftan da kendi yerleşiyordu. Her gün ufkun bir noktasını kara bir bulut burgular, bu kara bulutun altından yeni bir düşman birliği sıyrılır, gelir Maraş’ın hâkim noktalarından birine yerleşirdi. Maraş’ta Maraşlılar kadar düşman kuvveti toplanmıştı. İçinde bulunanlar Maraş’ın o günlerini göksel bir dille överler. İkinci kânunun yirmisine kadar elli gün içinde Maraş ne yaptı? Bunu bize tarihin kalemi bildirecektir. Yalnız tarihin önü ne geçerek daha şimdiden bildirelim ki bu elli günün içinde her biri bir milletin alın yazısını bozacak elli kadar kudretli olay vardır. Bütün bu olağandışı olayları yaratırken kahraman Maraş düşünceli, öfkeli ve sabırlı idi. Düşmanın baskısı git tikçe artıyor, bizimkilerden bir haber çıkmıyordu. En sonunda elli gün sabrın, düşüncenin, öfkenin çelikleştirdiği bir irade ile elli birinci gün düşmanın gırtlağına atıldı.

    Boğuşma amansızdı. Yirmi iki gün sürdü. Bu müddet içinde Maraş kor ateşli bir mangal gibi yandı, Maraşlı alevlerin içinde bir dev gibi döğüştü. Savaşın yirmi ikinci günü Şubatın on ikisine rastlar. O sabah güneş, yanmış yıkılmış kan çukuru hâlini almış bir şehir öreniyle (harabe) yenilmiş, kaçmış, döküntüsü ile ovayı doldurmuş bozgun bir ordunun perişanlığı üzerinde doğdu. Her iki ta raf da yıkılmıştı. Fakat ovada kan pıhtısı hâlinde parça parça sızıp giden kaçak ordu büyük bir milletin kudretli ve şöhretli devletini utandırmış beri de yurdunun yıkıntısı üzerinde Ahır Dağına yaslan arak yarasını saran Maraşlı, Türk milletinin her şeye rağmen yaşayacağını müjdelemişti.

    Yirmi dört seneden beri her Maraşlı nerede bulunursa bulunsun bu büyük günün büyük hâtırasını kutlar. Kolayına gelenler Maraş’a koşarak bayramın şevkini orada paylaşır. Maraş’ın bayramı geceli gündüzlü tam üç gündür. İliklere sinmiş gururun bir halkı nasıl sevinç delisi ettiğini görmek isterseniz bu bayrama bir kerre geliniz.

    Kendi hâline bırakılmış bir kalabalığın kendi kendine nasıl teşkilâtlandığını, nefse güven ilâhî kudretinin ne şartlar altında çekirdeklenip filizlendiğini, sonra nasıl gövdelendiğini bu bayramda görürsünüz yine bu bayram size ihtilâl beyannamesinin altına imza koyan kahramanı ve teşkilâtı tutmak yolunda baş koyan halk çocuğunu tanıtır.

    Kendi bayrağının indirildiği anda tuğyanlaşıp taşan halk selini bu bayramda seyredersiniz. Çarşı dan, bedestenden ve sokaklardan akan bu halk seli Ulucami meydanında göllendiği dakikadan itibaren gök yüceliğine ve Tanrı büyüklüğüne erdi. Bu ululuk karşısında düşmanın aklı durmuş ve tüfenk tetiğindeki parmaklar oynamamıştır. Bu halkın bir ağ tırmanıp bir kale aştığını ve bir düşman bayrağını yere çalıp yerine kendi bayrağını nasıl diktiğini yine bu bayramda görürsünüz. Düşmanı yakmak için evini elile yakan, vurulan kocasının tüfengini kaparak ateşi devam ettiren peçe ve kafes arkası kadınlarını bu bayramda tanırsınız.

    O günlerde Maraşlı dev, melek, ölüm ve candı. Ölçüye sığmaz, akla girmez, hesaba uymaz olayların kahramanı olan Maraşlıya sorarsanız o size “ben sade Türk’üm.” cevabını verir. Bugünkü Maraş çocukları da bu üç bayram gününde dev, melek, ölüm ve candır. Çocuğun yumruk kadarından kocanın sakalı dizindekine yine aynı ruhta buluruz.

    Bütün Maraş daha kış başından bayram hazırlığına koyulur. Yerli kıyafetler; o kıyafete uygun silâhlar tedarik edilir. Bunlar yoksa yeniden var edilir. Sakatlanmış, yıpranmışsa onarılır. O günün savaşında kullanılmış araçların (vasıta) hepsi yeniden düzülür. Bu hazırlanmada tertipli bir ev kadınının kışlık düzmesi gibi zorlayan bir özen ve kaygılı bir dikkat vardır. Aydın gençler Halkevinde sık sık toplanarak gösteri tertipler. Ve Şubatın on ikinci günü gelip çattı mı Maraş yerinden oynar, büyük olayların ana vasıfları meydanlarda, salonlarda, olduğu gibi canlandırılır. Bu olayların her biri büyük bir şaire büyük bir eser yarattıracak kadar dolgundur.

    Kartaca’dan Bastile kadar medenî dünya birçok halk ayaklanması, halk yengisi (galebe) gördü. Bunlardan sade hürriyet için olanları çok azdır. Gözü kara, kalbi katı halk ayaklanmalarında kıpram, daha ziyade çok süren bir bunaltıdandır. Uzun sürmüş işgenceli bir kölelik, ahlâkı, vicdanı sümürtüp sinirten (hazmettiren) devamlı bir açlık, uykuları bile tiftikleyen uğursuz bir korkutucu ve bütün bunların arkrepleştirdiği kara bir kin.

    Fakat Maraş’ta bunların hiçbiri yoktu. Düşman daha yeni girmiş, zulüm yeni başlamıştı. Hayatın değişik tarafı sade bir hükümet değişikliği gibi görünüyordu. Bunlar da yeter geldi. Maraş, halk ayaklanmasının en temizini, halk yengisinin en şanlısını yaptı.