KÖYÜN DELİSİ ŞEHRİN DİVANESİ
HASRET ASLANTAŞ

     Saatler günler hatta aylar olmuştu belki de, ayrılışımızın üstünden kaç takvim yaprağı koparılmış günahtır atılmaz o deyip bir yere saklanmıştı...

     Ben hâlâ elimde kırık saz iki tıngırdatıp o büyük vuslat yollarını geziyordum ama gittiğim her memleket bana benzeyip ben olamıyordu evlerin kiminin bacası var dumanı tütmüyordu kiminin de dumanı var ev değildi her oturduğum yerde bir iz vardı benim gibi ama ben değildi özüm olamıyordu. Sanki koca memleket bir bardak suydu da ben bir damlaydım dolu bardağa bir damla ben fazla geliyordum ama pes etmek yoktu bir gün bir köy kahvehanesine oturduk; ağalar, beyler geldiler hevesle ben çalacağım anı bekliyorum onlar ise benim sazımı sözümü neyse efendim tam sazımın teline vurdum çalacağım teli kırıldı! Meğer batıl inançları buymuş ya; Âşık saza vurur da ilk vuruşta kırarsa o Âşık da saz da uğursuz sayılırdı. Neyse apar topar gönderdiler beni köylerinden… Hele o Hilmi dedikleri karakaşlı, kara gözlü, pala bıyıklı, kenafir gözlü adamı kovar gibi... Daha doğrusu kovdular bence.

     Neyse sinirli sinirli yürüyorum, ah ulan insan kontrol etmez mi sazı? Senin aklın nerde diyorum kendi kendime söyleniyorum. Sonuç olarak almadılar beni bir memlekete daha. Ben sığmadım daha doğrusu. Düştüm yine yollara, yazın sıcağı su olup anlımdan akarken. Şöyle etrafa bir göz gezdirdim. Geldiğim memlekette bir kız vardı, ne güzeldi. Saçları tıpkı şu geçtiğim yol kenarındaki buğdaylar gibi sarıydı.  Gülüşü şu sıcak meltem esintisi gibiydi, gözleri gök gibi maviydi. Yürüdüğüm yol kadar da uzaktı bana. Neyse efendim köydeki o sarı buğday tarlasını uzunca bir yürüyünce sonu papatya tarlasına çıkardı. Her gün şehirden şehre gezenler, yol kenarında arabalarını durdurur, bir eve iki saksı çiçeği sığdıramazlar ama bu küçücük makinaya bir papatya tarlasını sığdırırlardı.

     Neyse canım sana ne, sana mı kaldı? Dedim.  Az gittim, çok gittim, hızlı gittim, yavaş gittim. Bu gidişler son bulmuyordu, her memleketin masasına oturdum, her memlekete gittim. Her yol bana kendi memleketimi hatırlatıyordu. Aldım sazımı çıktım yola, baksam göreceğim elimi uzatsam tutamayacağım, o memlekete yola koyuldum. Gidiyordum memleketime, hiçbir şey düşünemiyordum. Burnumda tütüyordu terk ettiğim memleketim, Gölcük Köyü, deli deli diye peşimde koşup beni kovalayan o çocukları bile özlemiştim...

     Ben evet, Gölcük Köyü’nün delisi başka memleketlerin âşığıydım. Papatya tarlasına oturup sazımı çalmaya başladım ki beni de o küçük makinaya sığdırdılar. Neyse papatya tarlasında beni gören birkaç çocuk geldi ve etrafımda dönerek deli deli diye bağırmaya başladılar. El de çırpıyorlardı! Derin bir nefes aldım tebessüm ettim. Hasretim de umudum da burasıydı benim. İşte bugün vuslat vaktiydi, başka memleketlerde buranın hicranı ile yaşamıyordum. Bu arada buğday tarlasındaki o sarı saçlı kız, eşi ve kızı ile oradaydı, evlenmişti. Ben ise başı sararmış olgunlaşmış buğday olan, sonu papatya tarlasına çıkan hasretime son vermiş ve umuduma kavuşmuştum.

Çaldım sazı;
Gönlümün dağıydı benim bu memleket,
Dünyanın içinde benim bir dünyamdı.
Sarı saçları vardı buğday tarlalarımın,
Deli divane adamları,
Ne güzel gülerdi çocukları,
Masmavi gök gibi açılırdı gözleri,
Elimde bir kırık saz dolaşsam da
Yine benim bardağım, benim memleketimdi.
Almazdı beni hiçbir bardak taşırırdı sularını,
Diyar, diyar gezdim vuslatı kendi memleketimde buldum.