ÂTIF BEDİR

NURİ PAKDİL’İN K. MARAŞ’I
Maraş köylülerinin işaret parmaklarında, bir de, çok özgül başaklar vardır. Ret buğdayları deriz bunlara. Yirminci yüzyılın ilk çeyreği biterken bitmiştir: durur hâlâ.
Nuri Pakdil


    Kahramanmaraş; güzel insanların, yalnızlıkların, hüzünlerin, birlikteliklerin, dostlukların ve ayrılıkların nahif şehri.
    Mevsim kışsa: Ahır dağının eteklerinde, ak börkünü giymiş bir derviş heybetiyle duran şehrin üstüne, bir arınma töreni gibi üfleyen deli poyrazdır.
    Yazsa: Kekik, tarhana, kırmızıbiber, salep ve meyankökü kokan garbi yeline saçlarını savuran gelinlik bir kız gibidir.

    Kuzey rüzgârlarına göğsünü geren Yalnızardıç’ın yalnızlığına, güneyde kentin manevi bekçisi Malik Ejder eşlik eder.
    İçinde hep bir ‘RED’ barındıran; kuşatmalara, işgallere, dayatmalara asla teslim olmayan; ‘gül yetiştiren’ zarif ‘adam’ların,
    Teslimiyeti yalnızca Allah’a teslimiyet bilip bunu taşına toprağına bir gül kokusu gibi sindiren mütevekkil kent.

    Her yazarın kendine özgü bir şehir algısı vardır. Şairler, yazarlar doğup büyüdükleri, çocukluklarının, ilkgençlik yıllarının geçtiği şehirlere daha bir tutkuyla bağlıdırlar. Bunda belki de doğup büyüdükleri şehirlerden ayrılmış ve uzun yıllar ayrı kalmış olmalarının önemi büyüktür. Bu yüzden şehirleri, o şehrin çocukları olan usta yazarlardan okumak çok önemlidir.

    Nuri Pakdil’in kitaplarında K.Maraş’a dair izlenimler, anılar geniş bir yer tutar. Nuri Pakdil, kitaplarında K.Maraş’ı yeniden tanımlar; bilmediğimiz, belki de farkında olmadığımız yanlarını anlatır. Sokaklarında, caddelerinde, çarşılarında yürüdüğümüz, gezindiğimiz K.Maraş bambaşka bir anlama bürünür.

    Önce yazarın Biat II adlı eseri ile girelim K.Maraş’a. Gecedir; ayışığı altında güney yolundan Aksu Köprüsü’ne doğru yaklaşıyoruz ve Nuri Pakdil’e kulak veriyoruz: “Bir yanda ayışığı, bir yanda sönmemiş ruhlar. Daha küçük küçük yerleşim noktalarından da geçtikten sonra küçük bir ırmak köprüsüne yaklaşırken, kentin inanç simgesi gibi, tepedeki mezar size el eder: Malik Ejder: derlenip, toplanıp saygınızı sunarsınız. Bu ırmak her gece kenti yıkar; kentin yıkanmış olarak ayın koynuna girme töreni sık sık yinelenir... Birazdan K. Maraş’ta sabah olacaktır.”

    Bu satırlar yazarın şehirden ayrıldıktan uzun yıllar sonra tekrar gelişindeki izlenimlerdir. Oysa yazarın şehre ait ilk izlenimleri daha çocukluk yıllarına kadar gider. Üstelik çocukluk yıllarına dair anılar, izlenimler, düşler çok daha yakıcı ve nettir. Şehre dair ilk izlenimler sokağa dair izlenimlerdir. Çocukluğun Maraş sokakları düşsel bir masaldan fırlamış gibidir.
    “Çocuk, ilk dışarı çıktığında, bir uzayda yürüyordu da, bunun mu adı sokaktı? Yürürdüm, yürürdüm de, bitmez miydi? Bitimsizlik; bu muydu? Kapımızın önü, aydedenin ülkesi miydi? Bu ufacık taşlar da, yıldızları mıydı? Cennetin içinde miydik, yoksa cennet uzaklarda mıydı? Bu denli ışığa gözlerimiz dayanacak mıydı? Şu karıncalar da, ilk gördüğüm işçiler miydi? Namuslu, haktanır, ilerici, dürüst, yurtsever insanları mı simgeleştiriyordu karıncaların bu gidiş, gelişleri?”

    Daha sonra bu çocukluk düşleri ete kemiğe bürünür, annenin ve babanın özenli işçiliğinde çocukla büyümeye başlar. Artık babasıyla şehrin çarşılarına ve camiîlerine uzanmaktadır.
    “Elimden tutarak götürürdü babam kutsal gecelerde, bayram gecelerinde; herkes birbirini erinçle esenlese de, o derinlerden gelen ağır, yaman bir hüzün gene de kanayıp dururdu yüzlerde; varınca da ayakkabılarımızı çıkarır (bayramsa, benimkisi mutlaka yeni olurdu), içeri girer ve saflarda yerimizi alırdık; bir katılmaydı bu aileye; bir devinime; cami uzar, genişler, derinleşirdi; sonsuz baba, sonsuz amca, sonsuz dayı, sonsuz büyük baba, sonsuz ağabey, sonsuz kardeş eklenirdik birbirimize; her yere kuş sesleri, çiçek kokuları, hiç görülmemiş eleğimsağmalar dolardı; âdeta kanatlanırdık; gece bile güneşi görürdük, o da isterdi aramızda olmayı; bir mucize mi oluyordu, hiç mi batmıyordu, yoksa hızla doğuveriyor muydu, gerçek bir güneşi görürdüm işte; ‘Aaa, güneş!’ dediğimi çok iyi anımsıyorum arada bir babama; ‘Yaa, yaa; güneş’ derdi o da; zaman zaman tavan açılır, uçardık göklerde; insan/kuşlar olur, Akdeniz’in üstünde kayarak, kanatlarımıza değen o tuzlu sularla konardık Afrika’ya!”
    Nedense Afrika ve özellikle Cezayir’le birlikte anılır K.Maraş. Bunda belki de çocukluğunda annesinden dinlediği Cezayir öykülerinin önemi büyüktür. 

    N. Pakdil İlkokuldan sonra bir süre okula ara verir ve ortaokula biraz geç başlar. Okula ara verdiği dönemde Kapalı Çarşı’da bulunan babasının dükkânına gidip gelmektedir. Özellikle babası evden çıkmadığı günler kendisi açmaktadır dükkânı. Ama, dükkânı açmaya giderken ayağında soyut bir zincir hissetmektedir. Dükkânı açmadan önce; zihninden ayağındaki görünmeyen zincirleri çözmesi gerekmektedir.
İşte K.Maraş Kapalı Çarşısı’nda babasının dükkânında çalışan çocuğun düşü: “Arasıra da apansız gelen bir coşkuyla, Kapalı Çarşı’dan göklere süzülür, bir kanadımda annem, bir kanadımda babam; uç babam uçar mıydım? Derken Ahırdağ’ın eteklerinden, bir masal ordusunun başında marşlar çalınırken, kente mi girerdim? Tüm Maraş ayakta beni mi karşılardı?”

    Kapalı Çarşı’nın hemen yanında bulunan Bakırcılar Çarşısı ise çıngı çıkaran çekiçlerdir: “Maraş’ta Bakırcılar Çarşısı’nda, çıngı çıkaran çekiçler de vardır, Bayım; sönecek gibi olurken, her çıngı birden ‘Çete’ olur ve kayar Kapalı Çarşıya!”

    K.Maraş’ın caddeleri sokakları başka bir anlama bürünür Nuri Pakdil’in Notları’nda. Belki de bu sokak ve caddelerin gerçek anlamı budur. Örneğin “Boğazkesen Caddesi’ni geçmeyegöreyim, her yanım böğüren bir dana mı olurdu? Uzunoluk caddesi de; boyunlarında çıngırakları, durmadan bir aşağı, bir yukarı gidip gelen kuzulara mı dönüşürdü.”

    Maraş’ın tüm kenti toz dumana boğan, kendine özgü poyrazı da Pakdil’e göre korkunun habercisidir:
“Özellikle kışın, Maraş’ın o ürkünç poyrazı, korkunun habercisiymişçesine, çatılarda durmaksızın çırpınır mıydı?” Poyraz, özellikle yaz aylarında K.Maraşlılar için başka bir anlam ifade eder. Çünkü yaz ayları tarhana yapma mevsimidir ve tarhana ancak poyrazlık havada kurur. Garbi yeli ise her şeyi yumuşatır, munisleştirir, nemlendirir. Havanın garbilik gitmesi evlerin damlarına serilen tarhanaların kuruması için hiç elverişli değildir. “Itırlardan, menekşelerden, kekliklerden, Maraş evlerinin damlarında kuruyan tarhanalardan hiç örselenmemiş yeni bir lacivert eklenir işçilerin gömleklerine.”

    Sıcak yaz günleri bir bardak ‘meyan şerbeti’ soğutur insanın içini. K.Maraş sokaklarında, sırtlarında şerbet güğümleri, önlerinde sıra sıra bardaklar ve mutlaka bardakları yıkamak için bir bakraç suyu ile ‘şerbeet’ diye bağıran bir adam gördünüz mü durun ve için bir bardak buz gibi meyan şerbeti. Bardağı başınıza ilk dikişte garip bir tat verecektir. Şerbeti içtikten kısa bir süre sonra ağzınızda hoş bir tat bıraktığını hissedersiniz: “Meyan kökünün yeğni, büyülü, sağlıklı kokusunu duyarsınız yeryüzünde. Dinç kaslarla bir insana, ‘Merhaba’ dersiniz.”

    Maraşlı yaz geldi mi kentte pek durmaz. Köy kökenli olanlar köyüne, Ahır dağının eteklerinde bağı, bahçesi olanlar da bağ evlerine giderler birkaç aylığına. Yazarın çocukluğunda bu durum daha yaygındır. Bir Yazarın Notları’nda bağ evine gitmek önemli bir yer tutar. “Varır varmaz asmalardan üzüm mü koparırdık? Her bağda da, ufacık asmalar mı olurdu? Altlarına oturup dinlenir miydik? Sonra sepetlere üzüm doldurulur, sepetlerin üzerleri de asma yapraklarıyla kapatılır mıydı? O küçük bağlarda yediğimiz peynir ekmekle üzüm çok mu tatlı olurdu? Doğa üzümlerin rayihasını biriktirir biriktirir, hatta damıtır, o gün bizim yediğimiz üzümle bize mi sunardı?”

    Yazar doksanlı yılların sonunda çocukluğunun geçtiği şehre yeniden bir yolculuk yapar. Bu yolculuğu ise Kalem Kalesi adlı kitabında anlatır. Arada belki yine gitmiştir ama, bu gidiş yine çocukluğuna doğru yaptığı bir yolculuktur. Bu yolculuğu o kadar önemser ki şehre doğrudan gitmez. Anakara’dan yola çıkar Kırşehir, Nevşehir ve
Kayseri’de geceleme. Sonra Pınarbaşı ve Göksun. Göksun’dan hemen Maraş’a geçeceğini sanırız ama yanılırız. Yazar şehre sindire sindire bir yolculuk yapma niyetindedir. Bu yüzden şehrin etrafında dolaşır. Şehrin etrafında dolaşırken aklı hep K.Maraş’ta ve çocukluğundadır.

    “Göksun: Kahvede çay içerken: çocukluğumun buraya âit 3–4 günü, gelip çay bardağının yanına, masaya yazıldı(!): Teyzemler o yıllarda, kocası enişte beyin görevi nedeniyle burdalardı ve rahatsızdı teyzem. Görmeye gelmiştim ben de. O konukluğumu tüm ayrıntılarıyla olmasa da epeyce bütünlüğü içinde çayımı bitirinceye değin okudum. Hem çayımı içiyordum, hem de o evi, yürüdüğümüz sokakları, gezdiğimiz yerleri gidip görüyordum, geziyordum.”
    Göksun’dan sonra yönünü doğuya çevirir ve Afşin, Elbistan üzerinden Malatya’ya geçer. Malatya’dan sonraki durak G.Antep’tir. Geceyi G.Antep’te geçirir. K.Maraş o kadar yaklaşmıştır ki sanki şehrin kokusu gelmektedir.
    “Otelde, odanın penceresini açtım: Antepleşerek de olsa, seksen yedi kilometre ötedeki Maraş’ın kokusu geliyor: pıt pıt pıt: yüreğimin sesini duyuyorum: bu koku, bu ses bir harekete çağırıyor beni: Aaa! yeni bir şey değilmiş; adını taa ortaokuldayken koyduğum, içimde bir muştu gibi koruduğum deviniymiş meğerse bu: yazmak eylemi.”

    Ertesi sabah K.Maraş’a doğru yola çıkılır. Artık bundan sonrasını yazardan dinleyelim. Çünkü artık yolculuk varacağı yere varacak; amaç hâsıl olacaktır. Yazarın gözleri önünden çocukluk, anne, baba velhasıl K.Maraş’a dair her şey gelip geçer.
    “Saat dokuz otuz oldu; doğru, Maraş’a doğru.
    Maraş’ta; on otuzda. Babamın olduğu yere: üç dört karışlık aralıkla: yirmi dakika: Sır Zırhlı Kadîm Kelâm: çok dinamik bir bağlanışla: Merkezefendi’deki annemi de gözümün önünden ayırmaksızın: bütün İnanmışlar tek tek geçiyorlar ekrandan: yeni direniş kültürünü yeniden içselleştirir gibi de: fizik-ötesine yaslanık bu duruşlardan dünyevî damarları tek tek kendime bir daha bağlayıp o fizikötesi derinliği ve sâbitliği çok kavî üsler hâlinde yeryüzünde konuşlandırma gereğine kesinlikle inanarak: sonra, öbürlerimizlere de bir bir uğrayarak: çıktım uzun ağaçlar arasından.
    Maraş’ı dolaşış: tekerlekler dönmüyor da, fırtına alıp götürüyor kasırgalara: oysa, güneşli, dingin bir hava.
    Ve havada taş benzeri, ağır, yalın, devrimci bir suskunluk.
    Doğrusu mahâllemiz, satılmış evimiz, daha sayısız yerler haydi neyse ne de, ortaokulu ve liseyi –aynı binaydı– okuduğum binayı görmemezlik edemedim: çayır çimendi, boşluktu, ağaçlıktı çevre; şimdi, baştanbaşa oraları çimento. Öğleyin, on iki kırk beşte Maraş’tan çıkıldı.”

    Nuri Pakdil’in kitaplarında şehirleri yeniden keşfederiz. Kentleri ve insanları ele geçirme rehberi de diyebileceğimiz bu notların, elimizden tutup bizi ortasına bıraktığı şehirlerde, hiç yabancılık çekmeyiz. Ortasına bırakıldığımız şehri satır satır okuyup sırlarını bir bir çözeriz. İşte şehir, tüm yalanlarından eklemelerden, çıkarmalardan, bölmelerden arınmış, çırılçıplak durmaktadır karşımızda.

İHSAN DENİZ

EDEBİYAT DERGİCİLİĞİ AÇISINDAN ‘EDEBİYAT’


    Nuri Pakdil’in Türk dili, edebiyatı ve şiirine önemli/boyutlu katkıların dan olan Edebiyat dergisi’nin, ‘edebiyat dergiciliği’ bağlamında, az-çok ‘dergi çıkarma' tecrübesi olan benim için mutlaka altı çizilmesi gereken belli başlı niteliklerinden bir kısmını, şöyle sıralayabilirim:

    Yayım hayatını 16 yıl boyunca sürdüren Edebiyat’ın, hiç kuşkusuz en önemli işlevi, şiir/edebiyat dünyasında tipik bir ‘okul’ olma özelliğini sürekli taşımışlığıdır. Edebiyat, öyle bir ‘okul’du ki, o kurumu dışardan izleyen biri olan bendeniz, ister istemez şöyle düşünürdüm: Bu ‘okul’dan ‘mezun’ olmak yoktur! Bu yargımı; Edebiyat dergisi bünyesinde oluşan çalışma, paylaşma, ait olma, dünyayı/ hayatı algılama ortamı öyle bir manevi atmosfer meydana getirmiştir ki, ‘okul’un hiçbir öğrencisi ‘mezuniyet’ hevesinde değildir, şeklinde açımlayabilirim... İnsanın, ömrü boyunca ‘yetişme’, ‘iç-yolculuk’, ‘hâl’de olma/kalma’ gibi temel ontolojik görev ve ihtiyaçları hiç bitmez. Ben öyle sanıyorum; Edebiyat dergisi, söz konusu ‘okul’a intisap etme şansına kavuşmuş dönemin genç şair ve yazarlarına bu imkânı sürekli şırınga etti. Bunu, 70’lerin sonlarından kapanıncaya kadar, Edebiyat’ı edebî bir iştihayla takip eden benim gibi Edebiyat dergisi okuyucularının hissetmemesi imkânsızdı...

    Edebiyat dergisi, önünde-sonunda, ‘bu yaka’nın şiir/edebiyat algısında tam anlamıyla hem bir ‘seçkinlik’ işareti, hem de ‘seçkinci’ bir talep ve hareketti. Sıradan, bayağı ve ortalama olana ilişkin en küçük bir beklenti huzmesi yansımazdı dergiden. Evet, günümüz dergiciliğinin kimi sefil ve zelil taraflarını düşündüğümüzde, şimdi daha iyi anlıyoruz: Edebiyat dergisi, ‘asil’ bir çizgiydi... Diğer taraftan, ‘karşı yaka’da konumlandığı hâlde, şiire/edebi yata ideolojik fanatizmle yaklaşmayan beğeni sahibi sakinlerin merak ettiği, ilgi duyduğu ve dolayısıyla sürekli izlediği bir dergiydi, Edebiyat...

    Söz konusu ‘seçkinci tavır’ giderek, Edebiyat’ın kendi okuyucu tipinin de şekillenmesine de yol açtı; algı ve kavrayış dünyasını sürekli geliştirip zenginleştirmek isteyen bir okuyucu profili doğdu...

    Nuri Pakdil, bir yazar olarak, tek başına bir özen, dikkat ve titizlik sembolüdür. Kendisinin bu niteliklerinin dergiye yansıması kaçınılmazdı. Bu bakımdan, Edebiyat dergisi, içeriğinden biçimine kadar ‘titizlik’, ‘özen’ ve ‘dikkat’ gibi hususlarda özellikle günümüz dergilerinin örnek alması gereken bir tavrın sahibi olmuştur. Örneğin, Nuri Pakdil’in dergide oluşacak her hangi bir tashihe asla tahammülü yoktur. Zaten Edebiyat dergisi’nde bir tashih bulmak, neredeyse mucize kabilinden bir şey demekti. Hiç unutmuyorum; son dönemde, dergi okuyucuları olarak bizler, bir seferinde böyle bir ‘mucize’ye şâhit olmuştuk: Ertesi sayı, dergide, o tashihin nasıl bir sinir ve denge bozucu rol üstlenmiş olduğuna dair bir açıklama yayımlanmıştı... Bildiğim kadarıyla, Edebiyat’ta, tashih işlemleri tek tek harflerin takibi suretiyle yapılırdı...

    Edebiyat’ta yer alan imzalar, özellikle son dönemde, olağanüstü bir aidiyet hissiyle bağlıydılar dergiye. Çalışmalarını, başka her hangi bir dergiye göndermeleri söz konusu olmazdı, bunun ihtiyacını hissetmediklerini zannediyorum. Zira, Edebiyat dergisi, kendi inşâ ettikleri, kendilerini ‘kendi’ olarak algıladıkları bir ‘ev’ konumundaydı onlar için. İşte bu husus, artık günümüzde unutulan edebî hassasiyetlerdendi... Tam bir takım rûhunun nabzı atardı bünyede. Dönemin edebiyat dünyası göz önünde bulundurulduğunda, bu ‘kollektif şuur’ düzeyi, tümüyle edebî bir sıklet noktası oluşturmuştu. İşte bu yönden Edebiyat dergisi, merkezî bir işleve sahipti... Yeri ve zamanı geldiğinde, dergi ailesi içindeki yazar ve şairlerin kitaplarının, “Edebiyat dergisi yayınları”nca basılması da, takım ruhunun dinamiklerindendi. Zaten dışardan bakıldığında Edebiyat dergisi’nin başat özelliği, işlerin, belli bir disiplin ve düzen içinde seyrettiğiydi... Örneğin, dergi, müthiş bir el/iş birliği, gayret ve paylaşım neticesinde çıkar ve her ayın ilk günü kitapçı vitrinlerindeki yerini almakta gecikmezdi.

    Nuri Pakdil, kimlik/kişilik bakımından, dünden bugüne ‘ödünsüz’ bir yazar olarak tanınır/bilinir. Bu bağlamda, derginin kendine çizdiği bir rota vardı ve her şart altında bu ‘ödünsüzlük’ titizlikle korunurdu. Tespit edilen ilke ve kurallara harfiyyen uyulur, edebiyat dünyasının ortalaması ne olursa olsun, karşı taraftan da bu ilke ve kurallara saygı göstermesi beklenirdi. Örneğin, Edebiyat dergisi’nin ‘dil’ tutumunda şekillenen “Öz-Türkçe” yönelim, çoğu zaman aşırı bulunur, ‘bu yaka’da konumlanan kimi ilgililer tarafından sıkça eleştirilirdi ama, Nuri Pakdil’in buna kulak astığı yoktu... O, halis bir yazardı ve bizler, bu tür yakınmalara prim vermesini beklemezdik zaten...

    Edebiyat dergisi, her yeni sayısıyla ‘diri’ ve ‘kararlı’ bir görüntü sunardı okuyucularına. Yeni bir rûhî denge ve atılım gücü ihsas ederdi. Hayata bakış zaviyesini yeniden düzenler, insanların sanat/edebiyat kavrayışını beslerdi...

    Bana göre, Edebiyat’ın ‘estetik’ algı dokusu, temelini ‘etik’ kaygularda bulan bir yönelişin ifadesiydi. İçtenlikli ve özgün duruşu, diğer dergiler arasında hemen fark edilir, estetik hassasiyet bakımından ‘model’ alınan bir dergi kimliğine yol açardı. Öte yandan, bir ideal sahibi olmanın, kendi doğrultusunda bir ufuk çizgisi belirlemenin, dahası, has olanla içkin bağlar kurmanın da Edebiyat dergisi’nin ‘estetik’ bağlamını güçlendirdiğini sanıyorum.

    Edebiyat, kuru kuruya çeşitli sanat çalışmalarının yer bulduğu bir oluşum ve birliktelik hâli değildi. Dergiden yansıyan iklim, orada bizatihî yaşama pratiğine ilişkin canlı, nefes alıp veren bir nabzın attığını göstermekteydi. Dolayısıyla bu iklim sayesinde somut, elle tutulur, temâs edilebilir bir hayat kozasının örüldüğü ve esasen bunun, alternatif bir yaşama izleğinin temel taşlarını içerdiği hissedilirdi...