AHMET DOĞAN İLBEY

ŞEVKET BULUT’UN HİKÂYELERİNDE
KAHRAMANMARAŞ


    1936’da Kilis’te doğan Şevket Bulut, 1996’da Kahramanmaraş’ta vefat etti.

    Sosyal aidiyet bakımından olduğu gibi edebiyatçı kimliğiyle de daha çok Kahramanmaraşlı olarak anılmıştır. Hareket dergisinde ve Hisar’da başlayan hikâye yazarlığı Türk Edebiyatı, Töre, Millî Kültür, Doğuş Edebiyat gibi dönemin etkili dergilerinde devam etmiştir. Sade, açık ve işlek bir Türkçeyle başarılı hikâyeler yazan Şevket Bulut’un kitapları yayın sırasıyla şunlardır: Al Karısı(1971), Sarı Arabalar (1974), Dilek Çınarı(1975), Kefensiz Ölüler(1984), Sınırdaki Tarla (1996), Yıkık Minare (1996), Baharı Göremeyen Çocuklar (1996), Derin Kuyu (2007). Ayrıca, “Oynaş” adlı hikâyesi TRT tarafından kısa metrajlı film olarak çekilmiştir. Şevket Bulut, Kayseri Sanatçılar Derneğince 1981’de yılın hikâyecisi seçilmiştir.

    Şevket Bulut’un hikâyelerinin ana unsuru; Anadolu insanının hayat tarzındaki gelenekler, töreler, kökleşmiş hurafeler gibi değerlerin etrafında oluşan vakalardır. Konularını umumiyetle yaşadığı yöre insanının hayatından aldığı görülür. Hikâyelerinin büyük bir bölümünde Kahramanmaraş merkez, köy ve ilçelerinde yaşayan insanların dertlerini, acılarını, umutlarını, geleneklerini, kültür ve inançlarını, gerçekçi bir yaklaşımla işlemiştir. Açık ve rahat anlatıma sahip hikâyelerinde, Anadolu gerçeklerini ustaca işleyen Bulut, bazı hikâyelerinde mahallî konuşma şekillerine de yer vermiştir.

    Hikâyeleri vaka/durum ağırlıklıdır. Hikâyelerinin malzemesi Anadolu’nun taşra hayatı ve insanıdır. Hikâyelerinde; hayat tarzı, inançları, dili, duyuş ve düşünüş yönüyle Anadolu insanı anlatılır. Bu cihetiyle hikâyeleri halk kültürü bakımından oldukça zengindir. Vakaları ve insanları kurgusal ve felsefî değildir. Onun hikâyelerinde kurmaca ve suni soyutlamalar yoktur. Yabancı ve tepeden inmeci edebiyatın devşirdiği zorlama düşünce, motif, dekor ve insan tipi de bulunmaz. Hikâyelerinin kahramanları Kilis ve çevresinden, özellikle Kahramanmaraş’ın köy ve kasabalarından seçilmiş, tanıdık, hemen yanı başımızda yaşayan enteresan tiplerdir. Ermişinden delisine, muhtardan hurafeci teyze ve ihtiyar emmilere, inanmış mazbut esnaftan basit köylü karakterlere kadar Anadolu taşrasının yaşayan gerçek tipleri bolca yer alır hikâyelerinde. Ömer Lekesiz (Hece dergisi, Ekim-Kasım, 2000) onun hikâyelerini bir cümle ile târif eder: “Taşra hayatını görünür kılma çabasını sürdürür.” Hikâyelerini seçkinci bir aydın-sanatçı bakışıyla değil, yerli, halkın içinde bizzat yaşayarak, görerek, birinci elden duyup dinleyerek yazmıştır. Döneminin revaçta olan köy edebiyatı istismarcılığına asla tenezzül etmemiştir.
    Onun, Kahramanmaraş eksenli hikâyelerinden bazılarını seçerek tanıtmaya çalışacağım. Bu hikâyeler, Kahramanmaraş merkez ve köylerinde gerçekten yaşanmış bizim insanımızın hâlleridir. Bu hikâyelerinden bazı bölüm ve tipleri kısaca aktardığımızda dahi hikâyelerinin akıcılığını hissetmek mümkün.

    “Al Karısı” hikâyesinde anlatılan köylülerin, bazı hurafeleri inanç ve hayat tarzı hâlinde yaşadıkları köy, Kahramanmaraş’a bağlı bir köydür. “Yıkık Minare” kitabında yer alan Kendirli Baba, Kubbeli Mezar ve Seccade hikâyelerindeki evliya menkıbelerinin anlatıldığı mekânlar da yine Kahramanmaraş merkezi ile bazı ilçe ve köyleridir. Ayrıca, “Baharı Göremeyen Çocuklar” hikâyesi, 1978 yılında Kahramanmaraş’ta meydana gelen siyasî olayların arka plânını ve sözde kavgalı gösterilen Alevî ve Sünnî halkın yardımlaşma ve komşuluk bağlarını son derece güzel anlatan dikkat çekici hikâyelerden birkaçıdır.

    “Kendirli Baba” hikâyesindeki kahraman, bir türbede, sonra bir cami hücresinde yatan esrarengiz ve tuhaf bir insandır. Vaka, Kahramanmaraş merkezinde geçmektedir. Çevre insanı ve esnafı önce bir meczup, hatta bir sapık olabilir mi endişesiyle Kendirli Baba’dan uzak dururlar. Oysa Kendirli Baba, mânevî bir ermiştir. Zamana ayak uyduramayan hâlleriyle bu özelliğini gizler ki, Anadolu taşrasının yakın tarihe kadar toplum damarlarında bu tipler hep var olmuştur. Sonra Kendirli Baba bir keramet veya bilgece bir davranış gösterir ve herkesin hayretini ve güvenini kazanır. Bu misalleri çoğaltmak mümkün. “Sarı Arabalar” hikâyesi, Kahramanmaraş’ın bir köyünde yol çalışmaları yapan bir resmî kurum mensuplarından birkaçının, muhtar ve köy halkını, bürokratik nüfuzlarını kullanarak nasıl aldattıkları üzerine kurulmuş olan yaşanmış bir hikâyedir.

    “Yıkık Minare” adlı hikâye kitabı, gelenekli kültürümüzün hikâye edilmesi bakımından ilgi çekicidir. Hikâyeye adını veren bu kitapta şeyhlere, hocalara, evliyalara, tas avvufa ve halk inançlarına dair anlayış ve hayat tarzlarına geniş şekilde yer verilmiştir. Geçmiş yılların şartlarında Kahramanmaraş’ın bazı köylerindeki halkın inançları ile gelenekli kültür motifleri ve yaşayışlarını ihtiva eden bu hikâye kitabında on beş hikâye bulunmaktadır. Bu hikâyelerden Kahramanmaraş merkez ve ilçe köylerinde geçen “Kendirli Baba”, “Kubbeli Mezar” ve “Seccade” adlı hikâyelerde yöre insanının, evliya kültürünün devam eden anlayışlarıyla ilgili hayat tarzları işlenmektedir. “Kendirli Baba” adlı hikâyedeki halk ifadesiyle ermiş tipi, mânevî yönü sonradan anlaşılan Kendirli Baba’dır. “Kubbeli Mezar” hikâyesinde bir yol inşaatı sırasında yıkılması icap eden, fakat köy halkınca kutsal ziyaret yeri sayılan “Kubbeli Mezar” hikâye edilmektedir. “Seccade” adlı hikâyede ise bu iki hikâyedeki vakalar geleneksel inanışların başka motifleriyle bağlantı kurularak, Kendirli Baba ve Türbesi bağlamında bir evliya inancı anlayışı verilir.

    “Kendirli Baba” hikâyesinde ermiş bir insan olan Kendirli Baba’nın hususiyetleri anlatılır: Kendirli Baba, şehrin zararsız delilerindendir. Bazılarına göre; tarikat ehli, keramet sahibi, ermiş bir velidir. Geceleri, hücresinin paslı kilidini açar; geniş avluyu geçerek, ca miye girer; sabahlara kadar zikir namazı kılardı. Bazılarına göre ise; her türlü uyuşturucu madde bağımlısı, genç çocuklara sataşan, geceleri ev leri dikizleyen bir sapıktır... Yargılar değişik olunca Kendirli Baba’yı anlamak biraz daha güçleşiyordu. Fakat şurası bir gerçekti ki, herkes tarafından sevilen bir insandı.

    Kendirli Baba, cuma günleri çarşıdadır. Çarşı esnafının büyük bir kısmı aslında onu sever ve beklerler. Onun çarşıya geldiğini esnaf birbirlerine hemen haber verirler. Kendirli Baba, bir mânevî kahraman gibi kendine has birtakım hareketler yaparak çarşıda bir tur atar.

    Ona Kendirli Baba denmesinin sebebi ise, omzunda taşıdığı kendirdir. Kendirin iki ucunda bir yığın anahtarlar bağlıdır. O, bazen anlaşılmayan vecdli konuşmalarının arasında anahtarlardan birini ağzına sokar, anahtarı ağzından çıkarınca konuşur. Konuşmasını tamamlayınca anahtarı ağzına yeniden sokar. Böylece ağzını kilitlemiş olur. Bunları yaparken kendisine laf atan herkese hafif öfkeli ve vecdli bir hâlde bazı anlaşılmayan sözler söyler. Kendirli Baba, çarşı esnafının yanından ayrılıp çok zaman il müftüsünün makamına da varır. Onun bu ziyaretlerini bilen görevliler karışmazlar. İl Müftüsü, Kendirli Baba’ya: “Neden böyle ediyorsun Kendirli? Neden hep işi böyle deliliğe vuruyorsun? Gerçek kimliğini gizlemesen olmaz mı?” dediğinde, Kendirli: “Biz bezirgânız efendi. Müşteri nasıl mal isterse onu çıkarmak zorundayız.” cevabını verir. Kendirli’nin bu sözünden manen hoşlanan müftü onu misafir etmek ister. Kendirli, “Biz zenginle düşüp kalkmaktan korkarız. Ola ki, zen ginin yumuşak döşeği, bize gerçek sevgiliyi unutturur...” der ve uzaklaşır.

    Kahramanmaraş’ın geçmiş yıllarında esnaflarının çoğunluğunun bulunduğu Çarşıbaşı esnafı arasında Kendirli Baba’ya kötü gözle bakan ve davranan kişinin bir belâ ve sıkıntıya düşebileceğine inanılır. Bu rivayet şehrin özellikle Çarşıbaşı ve Eskihâl denilen esnaf çevresinde yaygınlaşır. Kendirli Baba bir gün elinde bir ekmekle, bakkal Durdu Efendi’nin dükkânının önünde durur ve ekmeğine pekmez sürmesini ister. Bakkal son derece cimri olarak bilinen birisidir. Kendirli’nin ekmeğine çok az pekmez sürer. Kendirli, onun bu davranışına huylanarak pekmez tenekesini aldığı gibi kaçar. Çevredeki bir kısım esnaf Kendirli’nin arkasından koşarak yakalamaya çalışırlar. Kendirli, çevredeki caminin avlusunda durur ve kaçırdığı pekmez tenekesinin içine idrarını yapar, sonra da tenekeyi orada bırakarak camii hücresine girer ve kapıyı kapatır. Biriken kalabalık ve cami hocası, Kendirli’nin bu hareketinden bir mâna çıkarırlar. Pekmez tenekesinin kapak kısmını keskiyle bütünüyle açtıklarında içinde büyük bir yılanın kıvrılmış bir hâlde olduğunu görürler. Böylelikle Kendirli’nin davranış ve hâllerinde keramet olduğunu anlarlar.

    “Kubbeli Mezar” hikâyesi de Kahramanmaraş’ın Elbistan ilçesine bağlı Alişar ve Çiftlikkale köyleri güzergâhında bulunan bir türbe etrafında oluşmaktadır. Yöre halkı bu türbeye kutsiyet izafe etmekte olup çeşitli zamanlarda türbe başında adak adarlar ve bez bağlayıp dua ederler. Resmî kurum tarafından planlanan yol güzergâhı tam da bu türbenin bulunduğu yerden geçmektedir ve türbenin yıkılması icap etmektedir. Resmî görevlilerle Köylüler arasında türbenin durumundan dolayı gerginlik çıkar. Görevlilere izah ederler: Türbenin yanındaki pınar suyunun şifalı ve kutsal olduğunu, türbeye getirilen hastaların iyileştiğini, türbenin yanındaki çınarın dallarına bağlanan dilek bezlerinin gerçekleştiğini anlatırlar ve türbenin asla yıkılamayacağını söylerler. Görevliler ise, türbe yıkılmazsa yolun devamındaki
köprünün yapılamayacağını ve köprüsüz kalacaklarını ifade ederler. Köylüler köprüsüz kalmaya razı olduklarını söyleseler de en nihayet türbe dozerle yıkılır. Kubbeli Mezar yıkıldıktan hemen sonra devam eden yolda heyelan meydana gelir ve dozer operatörü ile müteahhit altında kalarak ölürler. Arkasından yol çalışmasını takip eden mühendisler araçlarıyla kaza geçirip yaralanırlar. “Kubbeli Mezar” hikâyesinde, yaşlı bir ninenin duasında Kendirli Baba isminin zikredilmesiyle Türbede Kendirli Baba’nın yattığı ortaya çıkmış olur.

    “Seccade” başlıklı hikâyede ise, yaşlı kadın torunu oğlan olursa, Kendirli Baba’ya adak adamıştır. Gün gelir oğlan torunu dünyaya gelir. Yaşlı kadın kendi elleriyle dokuduğu seccadeyi türbeye adamıştır. Dokuduğu seccadeyi alıp türbeye varır. Türbede yattığına inandığı Kendirli Baba’ya şöyle duada bulunur:
“Sana adadığım seccadeyi getirdim. Daha sonra sana Isparta halısı getireceğim. Azımı çoğa say. Ziyaretgâhında aş pişirip, kazanlar kaynatıp fakirlere dağıtacağım...” Yaşlı kadının adak olarak getirdiği seccade koyduğu yerde durmayıp havaya yükselir ve tortop olup önüne gelir. Seccadeyi tekrar açar yere serer, fakat her defasında kalkar ve tortop olup önüne yeniden düşer. Yaşlı kadın adağının kabul edilmediğini anlar. Evine gider. O güce rüyasında Kendirli’yi görür ve adağının niye kabul edilmediğini sorar. Kendirli, ona, getirdiği seccadenin iplik ve yumaklarını komşu bir kadından aldığını, o kadının ise bu iplikleri dul bir kadından çaldığını ve dolayısıyla emek verdiği seccadeye haram bulaştığını söyler. Bundan sonra, yaşlı kadın hatasını anlar. Ördüğü seccadenin haram olan ipliklerini sökmeye başlar ve kendini affettirmek için yeniden hazırlıklara başlar...

    “Baharı Göremeyen Çocuklar”da, 1978’de meydana gelen Kahramanmaraş’taki “siyasî ve toplumsal olaylar”ın bazı kesitleri hikâye edilir. Kitaptaki on beş hikâyenin konusu da Kahramanmaraş merkez ve yakın çevresinde yaşanan bu hadiselerin içinden alınmıştır. Hikâyeler, şehirdeki çatışmaların başlaması ve şehre güvenlik kuvvetlerinin hâkim olmasından hemen sonra cereyan eden bazı hadiseler, 1920 Maraş- Fransız Harbi ve dinî değerler bağlamında işlenmiştir. Bu hikâyelerin adları sırasıyla şöyledir: Meydandaki Gâzi, Tuz-Ekmek Hakkı, Baharı Göremeyen Çocuklar, Kahramanmaraş’ın Yıkık Evleri, Ölümün Sıcak Nefesi, İftira, Korkunun Kanat Sesleri, Zemheri Sinekleri, Kan Gülleri, İntikam Mangası, Küsküç Ali’nin Oğlu, Gölgesiz Ağaçlar, Aklıyla Oynayan Çocuk, Tabanca, Dumansız Bacalar. Bu hikâyelerdeki vaka ve isimler gerçek yüzü ve hüviyetiyle anlatılmıştır.
    “Tuz-Ekmek Hakkı” hikâyesi de şehrin kuzeyindeki Çamlık mevkiinde, yani hâdisenin olduğu zamanda kenar bir mahallede geçmektedir. Sünni Abdurrahman Efendi ile Vartolu Alevi komşusu arasında yaşanan imrenilecek bir yardımlaşma ve himaye mücadelesi gerçekçi ve iki kesimin de ders çıkarabileceği bir dille anlatılmaktadır.
“Baharı Göremeyen Çocuklar”da anasının feryatlarına aldırış etmeden kırmalı tüfeği alarak silah seslerinin kesilmediği Yörükselim mahallesine doğru giden diğer çocukların peşine düşen genç ve delişmen Ökkeş ve benzerlerinin damlardan açılan makineli tüfek ateşleriyle taranarak öldürülmelerinin trajik hikâyesi anlatılmaktadır. Kitaptaki diğer hikâyelerde de bu hadiselerin şehir ve çevre köylerindeki yaşanmış trajik ve hazin boyutları anlatılmakta olup, mutlaka okunması gereken hikâyelerdir.

    Şevket Bulut’un hikâyeci diliyle “Zemheri Sinekleri”, “Dumansız Bacalar” ve “Kan Gülleri” okunmadan, “1978 Kahramanmaraş Olayları”ndaki kışkırtmaya, çıkartılan sahte ve suni ayrılığa rağmen, tarihin getirdiği büyük millet oluşun kökleşmiş değerlerinin iki tarafta da birer kardeşlik duygusu ve erdem olarak nasıl tezahür ettiğini anlamak zordur.

    Şevket Bulut’un hikâyelerinde Kahramanmaraş eksenli vaka ve motiflerin zenginliğini çoğaltmak bir hayli mümkün. Bu evsafta, 1980’li yılların başında geçen çok çarpıcı bir hikâyesini nakletmek istiyorum. Bu hikâyedeki vakanın aslını daha hikâye olarak yayınlamadan önce bizzat kendisinden de dinlemiştim. Hikâyenin adı: “Son Arzu”.

    1920 Maraş-Fransız Harbi sırasında yirmili yaşlarındayken ailesiyle beraber Türkiye’yi terk ederek Arjantin’e yerleşip zengin olan Maraşlı Ermenilerden yaşlı Sarkis Efendi, âdeta bir sıla hasreti duygusuyla Kahramanmaraş’ı görmek ister. Son arzusunu gerçekleştirmek için Suriye’nin Halep şehrindeki akrabalarının yanına gelir. Buradaki akrabaları “Kahramanmaraş hakkında iyi not vermezler ve “oraya gitmeyin” derler. Buna rağmen Sarkis Efendi ailesiyle Kahramanmaraş’ı görme arzusundan vazgeçmez ve kızında başlayan psikolojik korku belirtilerinden dolayı İskenderun ilçesinde bir doktora giderler. Kahramanmaraş’ı ziyaret etme düşüncelerini doktora da anlatırlar. Doktor, onlara Kahramanmaraş’taki asker arkadaşı İhsan Sarıfakıoğlu’nu salık verir. Gerekli bilgi ve haberleşme temin edilince, Sarkis Efendi ve ailesi Kahramanmaraş’a dahil olur ve tanınmış zâdelerden İhsan Sarıfakıoğlu’nu, şehrin belediye çarşısındaki Taş Mağaza’nın altındaki bürosunda bulurlar. Daha doğrusu, Sarıfakıoğlu, onların gelecekleri saati bildiği için beklemektedir. Önce heyecanlanırlar, Sarıfakıoğlu’nun “1978 Olayları”nın esamisini anlatıp, meselenin dışarıdan göründüğü gibi olmadığını, şehir halkının hoşgörülü olduğunu, gayet rahat ve güven duygusu içinde olmaları gerektiğini ve bir teminat olarak kendisini gösterdiğini anlatması neticesinde, Sarkis Efendi ve ailesi rahatlarlar. Sarıfakıoğlu, Ermeni misafirlere önce birer “Maraş kebabı” siparişi verir. Sarkis Efendi ile hanımının gözlerinden yaşlar boşanır. Çünkü Kahramanmaraş’ı terk ettiklerinde gençtiler, buraya dair her tür yemek, gelenek hayat tarzını bilmektedirler.

    Sarkis Efendi duygulandıkça açılır. Kuyucak Hamamı’nda Müslüman Maraşlı arkadaşlarıyla keselendikleri günleri ve cevizle tarhanayı hatırlar. Malın mülkün fani olduğunu söyler. Hıristiyan olmasına rağmen ezan sesini özlediğini duygulu bir şekilde ifade eder.
    İhsan Sarıfakıoğlu’nun, Ermeni Sarkis ve ailesinin Kahramanmaraş hasretini bütünüyle giderecek şekilde bir program yapar. Bir günlüğüne kiralanan Kuyucak Hamamı ziyaretinden sonra Süleymanlı Kasabası (Zeytin) ve çevre köylerini adım adım dolaşmaya kadar eksiksiz bir seyahat gerçekleşir. Süleymanlı yolunda araçları çamura saplanır. O yöreden olan Ali Efendi, Öküzleriyle aracı çıkarır. Kısa bir hoşbeşten sonra Süleymanlılı Ali Efendi, Sarıfakıoğlu’nun Maraşlı, diğer dört kişinin de Maraş’tan giden Ermenilerden olduğunu ve buralara misafir olarak geldiklerini
öğrenir. Ermeni olduklarını söylememek şartıyla onları evlerine misafir edeceğini söyler. Ali Efendi, gariban olmasına rağmen misafirlere keçi keser ve saç kavurması yapar. Misafirler bu cömert tavır atmosferinde saç kavurmasını iştahla yerler. Kalkma vakti gelince Sarkis Efendi bu izzet ve ikram karşısında ev sahibine para teklif eder, fakat Ali Efendi celâllenir: “Bana bak efendi! Hadi, töremizi sen bilmiyorsun; şu Maraşlı Efendi de mi bilmiyor? Bizde sofraya konulan yemeğe bedel biçilmez. Sofrasında oturan insandan para alan kimse, bizden değildir...”
    Hikâye, Sarkis Efendi’nin ak sakalına akan gözyaşlarını gizlemeye çalışmasıyla son bulur.

    Şevket Bulut’un vefatından sonra ailesi tarafından yayınlanan “Derin Kuyu” adlı hikâye kitabında da mekân ve insan kaynağı bakımından Kahramanmaraş’ın bâzı yörelerinin işlendiği hikâyeler mevcuttur.

    Bunlardan “Adaletli Koca” hikâyesi, Kahramanmaraş’ın Mağaralı Mahallesi’nde ikamet eden kimsesiz Bertizli Döndü hatunun fakirliği ve dul kalan kızıyla evlenmek isteyen sözde tahsildar olan adamın tuhaf ve garip dalavereleri anlatılmaktadır.

    “Mardinli Vahit Hoca” hikâyesinde mesleğinin büyük bir kısmını aşk ve şevkle Kahramanmaraş merkezindeki okullarda üç nesil öğrenci yetiştirerek geçiren ve sonra tayini çıkan Vahit Hoca’nın Kahramanmaraş’tan duygulu ve trajik ayrılışı hikâye edilmektedir.

    “Doktor Selahaddin” hikâyesi, Elbistan ilçesinde yaşayan, kendine has tedavi metotları ve ilaçlarıyla insanları tedavi eden ve ârif tarafı da olan, modern eğitim görmeyen, halkın sevdiği ve “Doktor Selahaddin” dediği kişinin ilçe hâkimlerinden biriyle arasında geçen enteresan bir diyalogu ve gelenekli tedavi usullerine inanmayan mahkeme hâkiminin Doktor Selahaddin’e ram oluşunu işleyen bir hikâyedir.

    “Çalınan Koyunlar” hikâyesinde, Elbistan’la Nurhak arasındaki Gücük köyünde yaşayan “malcı Daşo Ağa” nın koyunlarının çalınmasındaki ilginç hadiseler anlatılır. Köyden ayrılıp Kahramanmaraş’a yerleşmek isteyen Daşo Ağa”nın yöre Karakol Komutanlarından hem koyunlarının bulunması ve hem de şehre göç izni için “torpil” arayışları ironik bir şekilde anlatılır.

    “Kaplumbağa Tüccarı”, Kahramanmaraş’la Elbistan arasındaki Berit Dağı’nın eteklerinde kurulu bir köydeki ilginç bir dolandırıcılık hâdisesinin hikâyesinin adıdır. Şoför Zekeriya düzmece bir tüccardır. Tuttuğu şoförü ile Fransa’ya kaplumbağa ihracatı yapacağı kurgusu üzerine dağın eteğindeki köye gelirler. Hikâye, saf köylülerin ileri geleni Şakir Efendi’nin bu işle köylünün cebine para gireceğine inanmasıyla başlar ve çeşitli kandırma ve sahte üslûp oyunlarıyla devam eder. Hikâye, köylülerin ve Şakir Efendi’nin trajikomik akıbetiyle biter.

    Kahramanmaraş eksenli bazı hikâyelerinden seçtiğim bu anekdotlardan ve kısa tanıtımlardan da anlaşılacağı üzere Şevket Bulut, yaşadığı çevrenin gelenekli köy hayatı ile inançlarını, kültür değerlerini ve anlayışını, hikâyelerinde arı duru bir Türkçe’yle işleyerek unutulmamasını sağlamış ve gelecek nesillere aktarılmasına vesile olmuştur.

RAMAZAN AVCI

ŞEVKET BULUT VE KAHRAMANMARAŞ


    Medenî ile madenîliği ayırt edenler, medeniyetin esasının güzel yaşamak olduğunu bilirler. Her alanda güzel yaşamak ise gelişmiş bir sanat anlayışı ve bu anlayışın doğurduğu sanat ve sanatçı zenginliği ile doğru orantılıdır. Dolayısıyla bir toplumu manevi alanda zengin kılan öğelerin başında o toplumda yetişen sanatçılar ve bu sanatçıların meydana getirdikleri sanat ürünleri gelir. Bunun içindir ki bir Yunus Emre, bir Karacaoğlan şehirlerimiz tarafından sahiplenilir ve âdeta paylaşılamaz.

    Sanatçılar, milletlerin medeniyet elçileri oldukları gibi yaşadıkları dönemin gözlemcisi ve aynasıdırlar. Eserlerinde, yaşadıkları çevrenin ve dönemin zihniyetini; yani kültürünü, dil özelliklerini, zevkini ve sanat anlayışını, sosyal ve siyasî hayatını yansıtmak suretiyle bir sonraki döneme taşıyarak toplumların hafızalarını canlı tutarlar. Bu bakımdan bir sanatçı eserlerinde hangi çevreyi ele almış ve yansıtmışsa o çevreye mal olur. Bu durum hizmet anlamında da geçerlidir. Bir insan nereye hizmet etmişse oralıdır.

    İlimize yeni atanan Valimize kurumumuzla ilgili bilgilendirme sunusu yaparken, kurumumuzun yayın organı olan Yeni Ufuk dergisi vasıtasıyla Şevket Bulut ve Cahit Zarifoğlu anısına hikâye ve şiir okuma yarışması düzenleyeceğimizi, bu vesileyle de ilimizin yetiştirdiği bu iki güzide sanatçıyı anacağımızı ifade etmiştik. Valimiz, Şevket Bulut’un nereli olduğunu sormuştu. Toplantıda bulunan arkadaşlarımızdan biri Kilislidir cevabını verince doğrusu biraz mahcup ve müteessir oldum. Sonra, “Efendim Kilis’te doğmuştur; ama Kahramanmaraş’ta yaşamıştır.” şeklinde kendimce bir savunma yaptım.

    İnternet ortamında Şevket Bulut ile ilgili olarak bilgi veren sitelerin hemen hemen tamamında şu bilgi yer alıyor: “Şevket Bulut (1936–1996) Kilis’te doğdu. İlköğrenimini Kilis’te, ortaöğrenimini Adana’da yaptı. 1959 yılında Erzurum Tekniker Okulu’ndan mezun oldu. Devlet sektöründe tekniker olarak çalıştı. 1986 yılında emekli olan Şevket Bulut, 1996 yılında öldü. Eserleri: Al Karısı, Sarı Arabalar, Dilek Çınarı, Kefensiz Ölüler, Sınırdaki Tarla, Yıkık Minare, Baharı Göremeyen Çocuklar” Bu biyografide Kahramanmaraş’ın, Şevket Bulut’un hayatındaki yeri nedir?

    Rahmetli Şevket Bulut’un en çok şikâyet ettiği konulardan biri içinde yaşadığı ilin bazı insanları tarafından Kahramanmaraş doğumlu olmaması nedeniyle zaman zaman dışlayıcı davranışlara maruz kalmasıydı. Kabile kültürünün dışına çıkamayan ve hâlâ mahallî gazete köşelerinde nüfus kütüğü milliyetçiliği yapan bu insanların bulunması bir şehrin gelişimi ve tanıtımı için en büyük engellerden biridir. Evet, Şevket Bulut Kilis’te doğmuştur, Adana’da ve Erzurum’da okumuştur, Kahramanmaraş’ın dışında da görev yapmıştır. Fakat ömrünün en olgun ve en
verimli yıllarını Kahramanmaraş’ta geçirmiş, ruhuyla Kahramanmaraşlı olduğu gibi Kahramanmaraş’ta vefat ederek bedenen ve ebedî olarak Kahramanmaraşlı kalmıştır.

    Onu Kahramanmaraşlı yapan en önemli husus hikâyeleridir. Onun hikâyeleri 1970–1996 yıllarındaki Kahramanmaraş ve çevresinin sosyal ve kültürel hayatının yarınlara kalacak olan fotoğrafıdır. O tıpkı halk hikâyecileri gibi Kahramanmaraş’ın hikâyesini anlatmıştır. Yaşadığı ilin coğrafyasını adım adım gezmiş ve bu coğrafyayı bir gergef gibi ilmik ilmik işleyerek hikâyelerine mekân eylemiştir. Kavşut Köyü, Döngele, Kılavuzlu, Kürtül… köyleri; Süleymanlı bucağı, Ekinözü, Elbistan, Andırın, Afşin, Pazarcık, Göksun… ilçeleri; caddesi, okulu, askerlik şubesi, camisi; Yörükselim, Mağaralı, Pınarbaşı mahalleleriyle, 12 Şubat Bayramıyla hikâyelerinde Kahramanmaraş tablolaşmıştır.

    Rahmetli Şevket Bulut, “Sınırdaki Tarla” adlı eseri yayımlandıktan sonra eseri bana imzalamış ve eserle ilgili görüşlerimi öğrenmek istediğini, eleştirilerimin kendisi için önemli olduğunu vurgulamıştı. Eseri okuduktan sonra bir sohbetimiz esnasında “Üstat, hikâyelerinizde gerçek hayattaki mekânlara gerçek adlarıyla yer veriyorsunuz. Bu durum, bu mekânları tanımayan okuyucular için bir olumsuzluk doğurmuyor. Ama adı geçen mekânları tanıyan, hatta bu mekânlarda yaşayan okuyucular hikâyeyi okurken mekânla ilgili yeni bir dünya tasarlayamayacak, hayallerinde farklı coğrafyalar ve iklimler oluşturamayacaklardır. Bunun için hikâyelerinizdeki mekânlara hayali adlar verseniz daha iyi olmaz mı? Biliyorsunuz ki edebî eserleri zenginleştiren öğe itibarî bir dünyasının olmasıdır.” diyerek eleştiri yollu bir soru sormuştum. Şevket Bulut, “Bunu hiç düşünmemiştim, bir değerlendireyim.” diye cevap vermişti. Bugün bu eleştirimde yanıldığımı daha iyi anlıyorum. İyi ki Şevket Bulut mekân adlarını kullanırken çok sevdiği yaşadığı şehrin ve çevresinin gerçek isimlerini kullanmış. Yoksa onun Kahramanmaraş’a duyduğu sevgiyi nüfus kütüğü milliyetçilerine nasıl ispatlayabilirdik!

    Şevket Bulut’un hikâyelerinde Kahramanmaraş elbette mekândan ibaret değildir. Nasıl ki Sait Faik Abasıyanık, Kuşadası ve deniz köylerinde yaşayan orta halli, çalışkan ve cana yakın insanları anlatmışsa Şevket Bulut da Kahramanmaraş ve çevresinde, özellikle de Kahramanmaraş’ın köylerinde yaşayan fakir ama hayata bağlı, inançlı, sabırlı, kültürel değerlerine bağlı, milliyetçi, yardımsever insanları anlatmıştır. Olaya dayalı hikâyelerinde bu insanların dertlerini, acılarını, sevinçlerini, geleneklerini, kültür ve inançlarını, umutlarını gözleme dayalı bir gerçeklikle ve kendine mahsus üslubuyla dile getirmiştir. Bertizli Ejder Dayı, Eğitmen Bal Hasan, Kömeç Ali, Deli Veysel, Takoz Ahmet temiz, saf Anadolu insanını temsil eden hikâye kahramanlarından bazılarıdır. Bu karakterlerin şahsında Anadolu insanının hayata bakışı, tüm yokluklara rağmen Yunusça bir gönülle dünyaya bağlılığı anlatılmıştır.

    Şevket Bulut, yaşadığı çevrenin kültür değerlerini hikâye tekniğinin imkânlarıyla yansıtmak suretiyle bu değerlerin unutulmamasına da katkıda bulunmuştur. Kullandığı sade, gösterişsiz; ama zengin dilinde bulunan yöreye mahsus atasözleri ve deyimler, yazarın geleceğe taşıdığı dil yadigârlarıdır: “Dibi kara kazan gibi ortalıkta
kaldı.”, “Şu Maraş’ın anlacına hecin devesi gibi çöken Ahır Dağı”,“Boynu yoğurtçu küleğine dönmek.”, “Senin dostluğun samana kazık çakmaya benziyor.”, “Ocağımın çıngısı noksan.”, “Kara toprak gel gel ediyor.”, “Tarla ektik sele gitti, kız büyüttük ele gitti.”, “Bir deriden üç post çıkar mı?”, “Şu garip dünyada köseye sakal, kele perçem oldun.”

    Mütevazılığı ve efendiliği ile gerçek bir kâmil insan olan Şevket Bulut, hikâyeciliğinin yanı sıra iyi bir şairdi. Ancak, hikâyeci yönü şairliğinin önüne geçmiştir. 1995 yılında yapılan 8. Geleneksel Dolunay Şiir Şöleni’nde şiir okuyacak şairler arasında Şevket Bulut da vardı. Fakat şiirini kalabalık dinleyicilerin karşısında okumaya çekiniyordu. Şölenin başlamasına dakikalar kala “Ramazan Bey, beni anons etme, bu kalabalık dinleyicinin karşısına çıkıp bunca şairin arasında şairim demekten hicap duyuyorum. Veya şiirimi sen oku.” demişti. Ben de programda yer almasına rağmen kürsüye çıkmamasının kendisini dinlemeye gelen şiir severleri hayal kırıklığına uğratacağını belirtmiş, kürsüye çıkmaya ikna etmiştim.
    Gerçekten de kürsüye çıktığı zaman çok heyecanlanmış ve heyecanı yüzünde görmeye alışık olduğumuz kırmızılığa yansımış şiirinin bitiminde büyük bir alkış altında kaçar adımlarla sahneden inmişti.

    Şevket Bulut, Kahramanmaraş’ın sanatına somut olarak katkı sağlamış az sayıdaki sanatçılardan biridir. İş yerini bir sanat derneği gibi kullanarak sanatçıların toplantı yeri hâline getirmişti. Çevresindekilere pozitif enerji veriyordu. Son yıllarında taşıdığı pozitif enerjiyi, yine şehrimizin yetiştirdiği büyük şair -kimileri O Maraşlı değil, Elbistanlıdır, diyebilir- Bahaettin Karakoç’un üretken ve münbit karakteriyle birleştirerek yine Bahaettin Karakoç’un ifadesiyle “Söndü sanılan bu yanardağ, birden yeniden canlandı ve lavlar püskürmeye başladı.” Âdeta ebediyete göçeceğini hissetmiş gibi son yılında Dolunay Yayınları arasında üç eser birden yayımladı. Tabiî bunda Bahaettin Karakoç’un çok büyük teşvikleri ve katkısı olmuştur. Ne yazık ki Şevket Bulut, en verimli çağında aramızdan ayrılmıştır.

ŞEVKET BULUT

DİN BAHSİ


Tarih: 28 Ekim 1919

    Maraşlı Ermeniler, bir gün sonra Maraş’a gelecek olan Fransız askerlerini karşılama hazırlığı içindeler… Kadınlar-kızlar renk renk giyinmiş… Şehirde gözle görülür bir telaş… Duvarlardan yollara sarkan Fransız ve Ermeni bayrakları… Ocaklar yakılıp yemekler hazırlanıyor… Ermeni konakları yıkanıp donatılıyor…

    Ermenilerin ileri gelenlerinden Sotirek, davulcuların başçılı Abdal Halil’i bulduruyor… Durumu kısaca özetledikten sonra:

    Yarın diyor hep birlikte Fransızları karşılamaya gideceğiz… Karşılamanın kusursuz olmasını arzuluyoruz… Böyle bir günde, davulsuz-zurnasız karşılama töreni olmaz! Al sana on madeni lire… Yanına birkaç kivre daha al… Bizim işaretimizi bekle!

    Davulcu Halil, kendisine uzatılan parayı elinin tersiyle geri itiyor. Gururla:
    — Bu, din bahsidir ağa… İnce bir bahistir… Değil on madeni lira, on bin madeni lira teklif etsen; gidip de Fransız askerine davul-zurna çalmam!

    Ermeni Sotirek, Davulcu Halil’i tehdit ediyor, bağırıp çağırıyor… Tokatlıyor… Fakat Davulcu kesin kararlıdır:
    — Beni parça parça etsen, gene de çomağımı din kardaşlarımın bağrına bağrına vurmam, diye haykırıyor…