MEHMET NARLI
BAHAETTİN KARAKOÇ HAYATI Aile

     Bahaettin Karakoç, nüfus kaydına göre 5 Mart 1930’da anasının hatırladığına göre ise aynı yılın bağ bozumu vaktinde Kahramanmaraş’ın Elbistan ilçesinin Cela (Ekinözü ilçesi) köyünde doğdu. Karakoç’un babasının babası Balcı Fakı, Kara Fakı ve Kara Fakı Mehmet olarak anılır. Osmanlı’dan beri babasının sülalesine Karakoçlar denilir. Anasının babasına ise Osman Efendi derler. Bu sülalenin ünvanı ise Kafalar’dır. Osman Efendi, fakiri fukarayı gözeten biridir. Hem Osman Efendi, hem de Balcı Fakı, devrinin ilim sahibi kişileridir.

     Babasının adı Ümmet’tir; âlim ve şair bir kişidir; yüzlerce talebe okutmuş, hafızlar yetiştirmiştir. Aynı zamanda Nakşibendî tarikatına mensup olan babası, doğduğunda oğlunun adını Bahaeddin koymuştur. Bu isim, halk dilinde Bahattin olmuş; nüfusta eski yazıdan yeni yazıya aktarırken de Bahaettin olmuştur. Karakoç’un babası köye muhtarlık yapmıştır. Köye ilkokulu açan da odur. O yıllarda yayınlanan Cumhuriyet’i, Halkevlerinin çıkardığı Ülkü dergisini takip etmektedir. Çocuklarına Battal Gazi, Hz. Ali kıssaları anlatmaktadır. Anası Fatma Hanım, okur yazar değildir ama, Karakoç’un deyişiyle, “irfan sahibi, disiplinli, iş bilir bir Osmanlı kadını”dır. Kocası gurbete gittiğinde evin direğidir.

     Bahaettin Karakoç, evli ve dokuz çocuk babasıdır. Çocuklarının hepsi üniversiteyi bitirmiş veya üniversitede okumaktadır. Beş oğlu, dört kızı olan Karakoç’un, en büyük oğlu Enver Karakoç, mimardır. Aynı zamanda bir fotoğraf sanatçısı olan Enver Karakoç, yayınevlerine kapak tasarımları da hazırlamaktadır. İkinci oğlu Oğuz, Kahramanmaraş’ta öğretmenlik yapmaktadır. Üçüncü oğlu Çetin (Serhat), orman mühendisi olarak yine Kahramanmaraş’ta çalışmaktadır. Dördüncü oğlu Bahadır, doktor, beşinci oğlu Ümmet, güzel sanatlar fakültesi mezunudur. Kızlarına gelince, Nuray, öğretmen, Selcan, sosyolog, Selda, ilahiyat mezunudur. En küçük kızı Işıkgül de sosyoloji mezunudur. Bahaettin Karakoç’un kardeşleri de şairdir. Bunlardan Abdurrahim Karakoç’u hemen bütün şiir dünyası tanır. Milli eğitim müfettişi olan Ertuğrul da şairdir. Karakoç’un “Uzaklara Türkü” adlı kitabında “Aile Fotoğrafı” başlıklı iki şiiri, yine aynı kitaptaki “Kuytularda Bir ev” başlıklı şiiri, ailesini anlattığı şiirlerdir.

Çocukluk Çevresi ve Şiire Yönelişi

     Bahaettin Karakoç, şiire elverişli bir ortama doğmuştur. Gerek ailesinin yaşadığı tabiat, gerekse dedelerinin kültürlü, bilgili kişiler olmaları hatta şiirler yazmaları, babasının âlim ve şair bir kişi olması bu ortamı oluşturmuştur. Şairliğinin yaşadığı mekânla ilgisini şöyle anlatır Karakoç: “Dört tarafı yüce dağlarla kuşatılmış bir köyde
doğdum, büyüdüm. Hâlâ sihirli bir âlemdir benim için Salavan dağı. Geceleri iç çekerek gökyüzüne bakmasını, ışıklı bir nebülözle uzaklara akmasını, uzakları, yani sessizliğin sesini dinlemesini, gündüzleri çıplak bir atın yelesini okşamasını, gözlerimle bulutları kovalamasını, ruhumla bütün güzellikleri koklamasını, bu dağlar arasında talim ettim ben.” Bu ifadeler, Karakoç’un şiirlerinde temel temin tabiat olmasının hatta sevgi, insanlık ve hayat gibi oluşların, tabiat unsurlarıyla şiirleşmesinin köklerini işaret eder. Karakoç, babasının dilinden şiiri emerek büyür. Ümmet Bey’in oldukça zengin bir kitaplığı vardır. O devirlerde Halk Evleri adına çıkarılan “Ülkü” dergisini günlük gazetelerden “Cumhuriyet”i takip eder. Dolayısıyla Karakoç’un ilk tanıştığı basın organları bunlar olur. Bahaettin Karakoç’un ilk okuduğu kitap Karacaoğlan’dır. Babasının kendisine ve kardeşlerine ilk hediye ettiği kitap ise, “Muhammed Hanefi Cengi”dir. “Kerem İle Aslı”, Âşık Kerem İle Şahsenem”, “Battal Gazi”, “Köroğlu” çocukluğunda okuduğu diğer kitaplardır. Anlattığı olayları şiirli bir dille anlattığı için, oğulları Bahaettin, Abdurrahim, Ertuğrul daha küçük yaşta bir şiir diline aşina olurlar. Bu yüzden olacak ki, bu âlim insanın beş oğlu da şiir yazar; bunlardan Bahaettin Karakoç’u, Abdurrahim Karakoç’u ve Ertuğrul Karakoç’u, şiir dünyası tanır. Bu âlim ve şair adamın Osman Naci ve Nafiz adlı iki oğlu da geleneksel halk şiirini devam ettiren mahallî şairlerdir.

Karakoç’un içinde büyüdüğü çevre, şiire duyarlı insanlarıyla, insanı, geleneğin içine taşıyan unsurlarıyla, sonsuzluk ve hayranlık duygusu uyandıran dağları ile inançlı, bilgili, âlim kişileriyle, Karakoç’u hep diri tutan ve onu şiire yönelten bir ortamdır. Karakoç, ilk şiirini Salavan dağına yazar. Bu bir güzellemedir. Salavan dağına yazılan bu övgüler, Bahaettin Karakoç’un ileriki yıllarda yazdığı şiirlerinde de sık sık görülür. Karakoç’un, çocukluğunda yazdığı başka şiirler de vardır. Bu şiirlerini ilkokula teftişe gelen müfettişler, gezici başöğretmenler alır; o zamanki “Resimli İlköğretim Dergisi”ne gönderirler. Karakoç’un ilk şiiri 1942 yılında (12 yaşında), Behçet Kemal Çağlar’ın yönettiği “Yurt” gazetesinde yayımlanır. Bu şiir daha sonra Osman Attila’nın hazırladığı “Memleket Şiirleri Antolojisi”ne alınır. Karakoç, çocukluk yıllarında, Nihat Sami Banarlı’nın hazırladığı bir sanat edebiyat köşesine de (Yedi Gün gazetesinin sanat-edebiyat köşesi) şiirler gönderir. Nihat Sami, köşesinde Karakoç’un şiirlerine önem verdiğini belirten bir not yayımlar: “Bahaettin Karakoç/Elbistan. Heceyi güzel kullanıyorsunuz. Hayal dünyanız da oldukça zengin. Yolun başındasınız, çalışmanız ve ustalaşmanız lazım.”

Öğrenim ve Memurluk

     Karakoç, 1937 yılında Cela’da ilkokula başlar. İlkokula bir türlü alışamaz. Okuldan sık sık kaçarak Salavan dağına gider. Eski yazıyı üç günde öğrenen Karakoç, bir ayda da Kur’an-ı Kerim’i bitirir. El yazısı ve resmi güzel olduğu için (Bahaettin Karakoç’un Said Yaylalı adı ile kapak kompozisyonları yaptığını hatırlatalım), mektuplara bir kuruşluk tayyare pulu yapıştırıldığı zamanlarda konu komşu mektuplarını ve
dilekçelerini kendisine yazdırır. Karakoç, köyünde ilkokulu bitirdikten sonra, 1942 yılında öğretmeninin yönlendirmesi ile Adana Düziçi Köy Enstitüsü’ne kaydını yaptırır. Karakoç, bu okula gittiği ilk yıl içinde hastalanır ve okul revirine yatırılır. Fakat Karakoç, burada bir-iki gün kaldıktan sonra, dayanamaz ve hasta hâliyle revirden kaçar. Bütün çocukluk ürkekliği ile dereler, çaylar, geçerek köyüne gelir. Düziçi Köy Enstitüsü’nden 1944 yılında, Bahaettin’in okula geri dönmesini isteyen bir yazı gelir. Babası, oğlunun okula dönmesini ister ama yine de kararı kendisine bırakır. Karar, okula dönüştür. Yeniden birinci sınıftan başlar. Öğretmenliğe ek olarak inşaatçılık seçilmiştir okulda. Okuma tutkusu bu yıllarda başlar. Kafasına, kalemine ve gönül adamlığına saygı duyduğu hocası Reşat Türkeş’in devamlı ilgileri, onun ufkunu açmıştır. Karakoç’un ilk dergi çalışması bir arkadaşıyla çıkardığı “İleri” adlı duvar gazetesidir. O yıllar kıtlık yıllarıdır. Dünya savaşmakta, ülkemiz ise savaş alanlarının ortasında, savaş dışı kalarak, savaşın ekonomik ve psikolojik şartlarını yaşamaktadır. Tren istasyonlarında, dağlarca yığılı buğday, yağmurda yaşta çürür. Çürüyüp nişastaya dönüşen buğdaylar ise denize dökülür.

     Karakoç, Enstitü’nün üçüncü sınıfındayken okulda yapılan ekmeklerin, yemeklerin içinden kurt çıkması üzerine, üst sınıfların öncülüğünde bir boykot başlatılır. Bakanlık müfettişi (Yusuf Kazım Köni) günlerce süren ifadelerden sonra ele başlar başka okullara gönderilirler. Bu sırada Karakoç, Milli Eğitim Bakanlığının açmış olduğu imtihan sonucunda Ankara Hasanoğlan Köy Enstitüsü Sağlık Bölümünde okumaya hak kazanır. Aralık 1947’de Hasanoğlan’da eğitimine başlar. Bu okuldan 1949 yılının Şubat ayında mezun olur. Üç aylık stajını, Malatya Devlet Hastanesinde yapar. 1949 yılının Ağustos ayından itibaren de sağlık memuru olarak çeşitli köy guruplarında çalışır. Aynı yılın Aralık ayında, Elbistan Hükümet Tabipliği Sağlık Memurluğuna atanır. 1955 yılında askere gider. Askerliğini, Ankara Yedek Subay Okulu ve İstanbul 3. Bağımsız Korugan Taburunda teğmen olarak yapar. 1957 yılında terhis olur ve memurluğuna döner. Bu kurumda 1969 yılı sonlarına kadar çalışır. Sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesi üzerine, Sağlık ve Sosyal Yardım Müdürlüğünün Eğitim Şubesine tayin edilir. Daha sonra da Kahramanmaraş Verem Savaş Dispanserliğine naklen geçer. Bu kurumdan Haziran 1982 ‘de kendi isteği ile emekli olur. Şu anda, Kahramanmaraş Binevler Mahallesi Platin Apartmanı 12 numarada ikamet etmektedir.

Kültür ve Sanat Çevresi

     Karakoç’un ilk kültür ve sanat çevresinin, ailesi olduğunu söylemiştik. Dedesinin ve babasının âlim ve şair kişiler olmaları, evlerine giren gazete ve dergiler, evlerinde yapılan okuma toplantıları, Bahaettin Karakoç’un dimağını etkileyen ilk kültür-sanat çevresidir. Karakoç’un ikinci kültür ve sanat çevresi okuduğu ilkokul sayılabilir. Çünkü burada yazdığı çocukça şiirleri ilgi görmüş, müfettişlerce yayımlanmak üzere alınmışlardır. Karakoç’un çocukluktan çıkış yıllarına rastlayan kültür ve sanat çevresi, Düziçi Köy Enstitüsü’dür. Okumaya burada başlamıştır. Bu dönemde öğretmeni Reşat
Türkeş’in ilgisi önemlidir. İlk kalem denemeleri ve duvar gazetesi çalışmaları burada başlar. Karakoç’un tahsil hayatı içindeki ikinci kültür ve sanat çevresi Hasanoğlan Köy Enstitüsü’dür. Bu okulda Karakoç ve arkadaşları biraz daha net, biraz daha ileriye yönelik bir kültür sanat ortamı oluştururlar. Bazı hocalarının yardımıyla, bu sanat ve kültür sanat çevresi zenginleşir. Karakoç’un buradaki en yakın arkadaşı, günümüz şair ve yazarlarından Hasan Latif Sarıyüce’dir. Birlikte okulda, “Şölen” başlığı altında bir duvar gazetesi çıkarırlar. Edebiyat öğretmenleri Nazif Balcıoğlu, Hikmet Kavukçu, Matematik öğretmenleri Hasan Ölmez, Tarih öğretmenleri Tahir Erdem, yine okul öğretmenlerinden Selahattin Ertürk sık sık görüştükleri, fikirlerinden istifade ettikleri hocalardır. “Seyran” adlı kitabından sonra kültür ve sanat çevresi gelişir Karakoç’un. Şiirlerinin en çok yayımlandığı, Hareket, Hisar, Türk Edebiyatı dergileriyle münasebetlerinin artması, onun Ahmet Kabaklı, Mehmet Çınarlı, İlhan Geçer, Nurettin Topçu gibi şahıslarla tanışması bu döneme rastlar. Hatta bu dergi ve isimlerle o kadar yaklaşır ki, adı o dergilerle, isimlerle beraber anılmaya başlar. Mesela Ahmet Kabaklı Türk Edebiyatı’nın dördüncü cildinde, Karakoç’u Hisar şairleri arasında sayar. Bahaettin Karakoç’un kültür sanat çevresini, Türk-İslam düşüncesi etrafında kümeleşenlerden ayrı düşünmek pek mümkün değildir. Bu açıdan bakıldığında, Arif Nihat Asya, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Ahmet Kabaklı, Ali Akbaş, Nevzat Köseoğlu, Seyyit Ahmet Arvasi, Erol Güngör, Fethi Gemuhluoğlu, Abdurrahim Karakoç, D. Mehmet Doğan gibi şahısları, bu düşünce etrafında guruplaşan üniversite öğrencilerini, Kızıl Elma, Ozan, Meşale, Elif, Çağrı, Orkun, Töre, Kültür Sanat, Erciyes, Doğuş Edebiyat, İnanç, Horon, Türk Edebiyatı, Suffe gibi dergileri, Orta Doğu, Yeni Düşünce gibi gazeteleri Ocak, Ecdat, Orkun, Ötüken, gibi yayınevlerini anmak gerekir. Bahaettin Karakoç’un kültür sanat çevresi içinde, kendisinin merkez olduğu Dolunay çevresini de anmak gerekecektir. 1986 yılının Ocak ayından itibaren dergide Ali Yurtgezen, Ahmet Doğan, Mustafa Kök, Şükrü Karaca, Fatma Şengil, Mustafa Pınarbaşı, Ali Akbaş, Ali Fuat Bilkan, Nazan Bekiroğlu, Olcay Yazıcı, Arif Eren, Yusuf Mardin, Cemal Sayan, Çiğdem Artar, Aysen Akdemir, Hüseyin Özbay vs. isimler yazı ve şiirler yayımlamışlardır. Bahaettin Karakoç’un kültürsanat çevresinin genişlemesinde, tazelenmesinde, edebî düşünce ve tekliflerinin önem kazanmasında, şüphesiz, “şiiri ayağa kaldırmak” sloganı ile başlattığı “Dolunay Şiir Şölenleri”nin önemli etkisi vardır.

Karakterinin Ana Çizgileri

     Kendini “Sözü ile özü bir olan insanlardanım” diye niteleyen Karakoç, çevresinde de sözünü esirgemeyen biri olarak bilinir. Şair bu özelliğinin zaman zaman bazı kırgınlıklara sebep olduğunu düşünse de böyle yaratıldığı için şükrettiğini söyler. Çünkü böylece doğru bildiğini, inandığını söyleme gücü bulmuştur. Dostları da onun bu huyunu bilmekte ama fazla şikâyet etmemektedirler. Örneğin Emine Işınsu onun için “Dürüsttür, katıdır, hatır için korur ama iltifat etmez.” demiştir. Karakoç’un açık
sözlülüğü içinde, çok sivrilmiş bir tenkit vardır. Özellikle edebiyat ve siyaset alanında konuştuğu zaman tenkit ediyor demektir.

     Karakoç, sosyal hayatın, kurumların, edebî kuşakların kurallarına, ilkelerine karşı, çoğu zaman uyumsuz bir tavır sergiler. Ona göre, insan, gerçek uyuma, kendi iç dünyasında ve tabiatta ulaşabilir. Protokolleri sevmediğini; kendini herhangi bir göstermelik kurala, faydasız bir âdaba bağlı kılmak istemediğini söyler.
Hiçbir siyasî partiye, hiçbir edebî ekole, hiçbir dergiye bağlı olmadığını belirtir. Kendi kurallarını, özellikle şiirde kendi ilkelerini kendisi koymak istediğini ısrarla vurgular. Şiir tarihimiz içinde ortaya çıkan, az çok ilkeleri belirlenmiş hiçbir poetik anlayışla sınırlı tutmaz kendini. Bahaettin Karakoç’u yakından tanıyanlar, onun plan yapmadığını, yapsa da bu plana uymadığını bilirler. Yaptığı ve yapmadığı şeyler, ani kararlar sonucunda gerçekleşirler. Şiir şölenlerini birlikte organize ettiği, Dolunay dergisini birlikte çıkardığı dostlarının söylediklerinin ortak noktası şudur: Bahaettin Karakoç’la yola çıkmak zordur. Karakoç’un yakınında uzun süre kalanların, ortak bir müşahedesi de şudur: Karakoç, kendi iç dünyasında şiirin oluş sürecini yaşar ve herhangi bir zamanda birdenbire yazar. Yazdıktan sonra, alışılagelmiş teknik düzenlemelerde bulunmaz. Karakoç’un bu tavrının da bağımsız bir ruha sahip oluşuyla kuşkusuz ilgisi vardır.

     Tabiata oldukça düşkün bir ruhu vardır Karakoç’un. Tabiat, bir huzur, serbestlik ve kendi kendine kalma ortamıdır. Karakoç’un çocukluk hatıralarında, şiirlerinde, poetik anlayışında tabiatın yoğun bir ağırlığı vardır. Karakoç’un şiirlerinde, şehirli bir trajedinin fazla görülmemesinin bir sebebi de, şehirde de köyü, dağı, kuşu, çimeni, suyu yaşamasıdır. Bu yüzdendir ki, bütün dinî özlerine, fikri yapılarına rağmen, onun şiirlerinde hep kozmik bir hava baskındır. Tabiat, Karakoç’un sevgiyi arayışında, dine yönelişinde, bir kılavuz, bir şahit fonksiyonunu icra eder.

ŞİİR KİTAPLARI
Mevsimler ve Ötesi (1962), Seyran (1973), Sevgi Turnaları (1975), Ay Şafağı Çok Çiçek (1982), Kar Sesi (1983), Zaman Bir Beyaz Türküdür, İlk Yazda (1984), Bir Çift Beyaz Kartal (1986), Menzil (1990), Uzaklara Türkü (1991), Güneşe Uçmak İstiyorum (1993), Beyaz Dilekçe (1995), Güneşten Öte (1995), Şiir Burcunda Çocuk (Mustafa Tatçı ve Hüseyin Özbay ile birlikte hazırlamıştır. 1993)’tur.

ŞİİR ANLAYIŞI/ TEMALAR
Şiir Anlayışı:
“Şair nedir?” sorusuna: “Bir ses avcısıdır.” şeklinde cevap veriyor Karakoç. Çokgen bir prizma gibi olan şair, sesi avladıktan sonra süze süze, resmi, felsefeyi, ritmi, ahengi coşkuyu ve zaman zaman da hüznü katar. “Yetkinleştirdiği şiir terkibiyle de şuur altını, şuur üstünü kamçılamaktan karıştırmaktan korkmaz, çekinmez; primitif laf
göletleri gibi metalik putlara sarılarak dünyalık peşinde koşmaz; hayatı kokuşturmaz. Şair, şiirleriyle duymasını bilenlerin gönül antenlerine aşk iksirleri serpeler; salkım salkım mesajlar fısıldar. Yani şair bir bakıma metafizik bir âlemin sarhoşudur. Mutlak Gerçek’in sevdalı arayıcısıdır. Sezgileri atlaslaştıran şuur odağıdır. Bir şairin bilmesi gereken her şeyi tam ve doğru olarak bilen, fert ve toplum planındaki sorumluluklarının her zaman idrakinde bulunan bir sanat eridir; bir güzel habercidir.” Karakoç’un bu görüşleri, şairi “his cephesinden, daha ilk nefeste vecd çözülüşleri ile yere seriliveren bir afyon tiryakisi; fikir cephesinden de, bu afyonunu esrarlı havanlarda hazırlayan ve tek miligramının tek hücre üzerindeki tesirini hesaplayan bir simyacı (Kısakürek, 1981: 444) olarak tarif eden Necip Fazıl’ın görüşleri ile ve şairi “Mutlakın, Mutlak Hakikat’ın Hayber kapısı gibi muhkem geçidine yüklenen şair.. Sesleriyle, ahenkleriyle, hayallerindeki tabiat ve reel üstü biçimleriyle, o mermer kapıyı omuzlayan (Karakoç S, 1982: 42) olarak tarif eden Sezai Karakoç’un görüşleri ile aynı paraleldedir. Bu metafizik kaynaklı tariflere göre şair, dış âlem ve iç âlemin kesiştiği noktada üstâlem’e ulaşmak ve ulaştırmak isteyen şuur ve gönül merkezidir; iki âlem arasında bir koordinatördür. İç âleminde yakaladığı sesten şiiri damıtırken, dış-âlemden de ilgisini kesmez. Fert planında olduğu kadar, toplum planındaki sorumluluklarının bilicisi ve bildiricisidir. Şairin ulaşmak ve ulaştırmak istediği üst-âlem, mensup olduğu insanlığın, ezelî ve ebedî anlamını veren ufuk ötesidir.

     Şiiri de, “şairin zikir aracı. Kanatlı kelimeler armonisi… İç yangını. Şairi, yazgılarının cihanşümul trajiği” olarak nitelendirir Karakoç. Şiir, “Her zaman tan aklığında iyilik ve güzellik için yüreklerde kanat çırpan kuş. Yağmur öncesi rüzgârı, yağmur çiçeği ve yağmur sonrası gökkuşağı.. Şiir, bir sözdür; aşk yemini gibi güzel, ana sütü gibi helal bir söz. Maveradan eser, maveraya akar.” Bu tarifler, şiirin teknik yapısından çok, şiirin özüne getirilen tariflerdir. Bu tariflere göre şiir, insanın eşyayla ve Mutlak’la olan bağlantısını gösteren esrarlı bir aynadır. Bu aynaya bakanlar, bitkilerin başlarını topraktan maveraya yaklaşmak için çıkardıklarını görürler. Sevginin, şefkatin, merhametin insan gönlüne bir ışık yağmuru hâlinde yağdığını görürler. Karakoç’a göre şiir, işte bunu sağlamaya adanmış soylu bir kudrettir. Bahaettin Karakoç’un, “Diyar-ı Gurbettir” adlı şiirinin özellikle dördüncü mısraları birer şiir tarifidir ve şiir bu hâliyle bir manzum poetikadır: Hesapta kesrettir şiir/ Bir soylu kudrettir şiir/ Sevgidir hasrettir şiir/ Dost ile ülfettir şiir/ Diyar-ı gurbettir şiir/ Mutlak’a davettir şiir.”

     Karakoç’a göre, üslubunu bulan şairlerde öz ve biçim her zaman iç içedir; birbirinden ayrı iki unsurmuş gibi düşünülmez. Öz ve biçim birbirinden ayrı olarak doğmaz; birbirinden doğan unsurlar da değildirler. Üslup ise “Arınmak ve kendini bulmaktır. Kabuktan geçip özü kucaklamaktır. Ayıklamaktır, durulmaktır, netleşmektir. Şairin (öz beninin) ortaya çıkmasıdır. Bu nirengi noktasına sanat kartalını edalıca konduramayan şairin parlak bir yarını asla olamaz. Üslup bir koro hadisesi değil, tamamen bir solo hadisesidir.” Öz ve biçim şairin içinde aynı anda doğar, gün
ışığına çıkar. Tıpkı ana rahminde, birleşip yeryüzüne gelen insan yavrusu gibi. Şair içine doğan ilhamla korkunç bir gerilim hâli olan iç-yaşama durumuna geçer. İniş-çıkış, dalgalanma ve duruluş, yükseliş ve alçalışlar içinde şiir, olma sürecine girmiş olur. Sonunda bütün uğultular dinmesiyle şiir doğar.

     Şiir ve toplum ilişkisine gelince, Karakoç’a göre “Şiir medeniyetlerin oluşumunu hızlandıran bir sanattır.” Hiçbir toplum, doğrudan doğruya varlığını korumak ve geliştirmek için ortak bir çalışmayla toptan şiir üretmemiştir. Fakat toplumlar hiçbir zaman da şiirsiz kalmamışlardır. Öyleyse şiir, fert ve toplum hayatının pratik yanını düzeltmiyor belki, ama ruhsal ve sosyal hayatın genel olarak kültürün mayası niteliğini taşıyor. “Şair, hem şiirin haysiyetini korumak, hem de mensup olduğu kültüre, medeniyete, dolayısıyla topluma ürettikleri ile katkıda bulunmak mecburiyetindedir. Toplum da şiirle ilgili olmalıdır. “Şiire sırtını çevirmiş toplumlarda bütün manevi değerler aşınır, madde insana hükmeder. Madde insan ruhunun, namusunun kara bir mezarı olur. Şair, toplumuna, toplum şairine sahip çıkmak zorundadır. Karşılıklı bir etken ilgi içindedir şair ve toplum.”

Konular/Temalar Tabiat

Bahaettin Karakoç’un şiirlerinde tabiat, hem başlı başına bir tema hem de diğer temaların işlenişine kaynaklık eden bir merkezdir. Kitaplarının isimlerinde bile bu merkez olma durumu açıkça görülebilir: “Mevsimler ve Ötesi, Seyran, Sevgi Turnaları, Ay Şafağı Çok Çiçek, Kar Sesi, İlkyazda, Bir Çift Beyaz Kartal, Menzil, Güneşe Uçmak İstiyorum, Güneşten Öte.” Bu tutum şairin poetikasına kozmik bir örtü kazandırdığı gibi, ele aldığı bütün temalarda da bir hareket noktası, bir merkez güç olmaktadır. Karakoç’ta insanın iç ve dış dünyası ile ilgili bütün değerler, tabiattan geçerek veya tabiatla birlikte “Mutlak Hakikat”le irtibatlandırılırlar. Tabiatın içindeki düş âleminde büyüyen şair, yaşadığı çevrenin bütün doğal unsurlarına (dağlar, ırmaklar, yaylalar) uzandığı gibi, kendisini içten ve dıştan kuşatan tabiatın bütün renklerine, seslerine, biçimlerine yaslanarak insanın iç ve dış dünyasına da açılır. Karakoç’un çok kullandığı su, kuş, çiçek, ses gibi doğal motifler, bütün tematik yapının temel öğeleridirler. Tabiat, sığınılacak bir imkân sunar; insanın yükünü aldıktan sonra onu yeniler ve doldurur ve hayata yeniden yollar; insanın aşk ve hakikat yolculuğuna eşlik eder hatta kılavuzluk eder. Tabiatın, Karakoç’un şiirindeki bir boyutu da sevinç, ümit ve sevgi duygularının güçlenmesinde ortaya çıkar. Tabiat, bir kuşanma, yoğunlaşma, güç kazanma bölgesidir. Gönlünün ve fikrinin demlendiği yerdir. Toprak, kuş, su, dağ, gökyüzü, yıldız gibi unsurlar, yüreğe genişlik ve ferahlık, düşünceye aydınlık ve yumuşaklık verirler. Onun tabiat unsurlarını, (baykuş, karga gibi kuşlar hariç) yeryüzündeki kötülüklerle özdeşleştirdiğini görmek zordur. Tabiattaki uyum, hep bir imrenme duygusu uyandırır. Tabiattaki renk ve çeşitliliği arasında insanoğlunun renk ve çeşitliliğini arasında kurduğu ilgi de önemlidir. Bu bakışla tasavvufun tabiatı idrak edişi arasında ilgi açıktır. Tabiatın güzelliği, kokusu, ışığı, mutlak bir ışığın aksidir.
Tabiatta var olan ve şairi “yüreğinden vuran ışık”, Cemal-i Mutlak’ın ağaçta, kuşta, kokuda, renkte hissedilmesiyle bağlantılıdır. Bu his, insanın arınması için bir imkândır. Dolayısıyla tabiatın, insanın arınmasında da belli bir etkisi vardır. Öyleyse tabiatın sırlarına nüfuz etmek gerekir. Bu sırlara nüfuz ettikçe, tabiat insana, kirlerinden (kin, benlik, yalan vs.) uzaklaşması için güç verecektir.

Aşk ve Tasavvuf

     Bu iki kavramı bir arada kullanmamın bazı sebepleri vardır. Karakoç’ta aşk, büyük ölçüde iç disiplinini, tasavvufun aşk anlayışından/estetiğinden alır. Karakoç’un şiirlerinde aşkın tezahürü ve etkileri farklılıklar gösterebilir; hatta okuyucunun iç dünyasında bu farklılıklar tasavvuftan bağımsız hayallere de kaynaklık edebilir. Fakat iyi tahlil edildiğinde, bütün bu farklıkların soyut ve ilahî çağrışımları olan bir aşk algısında birleştikleri anlaşılabilir.

     “Soğur bir çam külekte süt/ Aşk yaylası gökcül derin” mısralarını içeren bir şiirinde aşk, “vazgeçilemeyen bela” olarak işlenir. Aşkın, hem eza veren hem de vazgeçilemeyen niteliğini klasik şairler de işlediler. Bu şiirde aşk, sadece insan üzerindeki etkileriyle işlenmemiş, tabiattaki hareketlilik de bir anlamda, aşka bağlanmıştır. “Yüreğim bir salkım söğüt/ dallardan sarkar gözlerin” gibi yepyeni imajlar da ayrılığın hâllerini anlatırlar. Aşkın gücü ve sonsuzluğu da zaten mahbubun kendini ele vermemesinden ya da âşığın yeterince âşık olamamasından kaynaklanır. Karakoç’ta sık sık karşılaşılacak bir şey de sevgiliden gelen gücün “ışık” olarak adlandırılmasıdır. Işık, varlığın devamını sağlayan bir kaç unsurdan biridir. Buna bir de “kutsal” sıfatının eklenmesi, aşkın niteliği üzerinde metafizik bir arayışa gitmeyi teşvik eder. Karakoç, “Lo” başlıklı şiirinde sevgiliye, daha farklı özellikler yükler. Âşık olunan (sevgili), bir insandan çok, bir inanç özellikleri gösterir. Daha doğrusu, âşık ile maşuk, belli bir medeniyet içinde ele alınırlar. Şiirde aşk, bir medeniyete veya medeniyeti ayakta tutan ruha yönelmiştir ya da o ruhu duymak, aşkın kendisidir. Şiirin mekânı Mezopotamya, İskenderiye, Mısır, İstanbul, Kurtuba, olduğuna göre, şairin sembolik bir ifadeyle “Lo” diye adlandırdığı sevgilinin, medeniyeti kuran bütün inanç unsurları olduğunu söyleyebiliriz. Fakat olan olmuş, âşık, sevgiliden ayrı düşmüştür: “casuslar”, “kara kediler”, “deve kinliler” âşıkla maşukun arasını açmışlardır. Yani insanları, kendi medeniyetini kuran değerlerden koparmışlardır.

     Karakoç, “Mevlana Sularında” adlı şiirinde kendini o büyük insanın hatırası içinde bulur. Yaşadığı çağdan belli bir şikâyeti de içeren bu şiirde, Mevlana “âşıklar kökeni” olarak adlandırılır. Gerçi o, tasavvufî mazmunları aynen kullanmıyor ama, sevgilinin huzuruna “köşesiz” olarak “etten deriden soyunarak” varmak isteyişi böyle düşünmemizi gerektiriyor. Fakat yine de Karakoç’taki aşkın, sûfî şairlerin şiirlerindeki aşkla aynîleştiğini söylemek için daha dikkatli olmak gerekir. Örneğin Natürmort şiirinde meyvelerle dünya kadınları arasında kurduğu ilişki elbette kökü sevgiden
çıkan bir ağaca benzer ama daha çok kültürel/ ideolojik bir kaynaktan doğar buradaki sevgi. “Bütün Divan şairleri sûfîdir” denilemeyeceği gibi, geleneğin aşk anlayışını tevarüs etmiş bütün şairlerde de aşk, ilahîdir denilemez. Ama açıktır bütün bir Osmanlı şiiri tasavvufun sembolizasyonu içinde aşkı idrak eder ve bu yüzden ruhanîdir. Karakoç’taki aşk da, İbn-i Arabî’nin tasnifine göre, “ruhanî” aşka daha yakındır. Sevgiyi bir rahmet olarak kabul eden Karakoç, sevginin insanı metafizik yönelişlere götürdüğü, insanlara bazı sırları hem “izhar” hem “iş’ar” ettiği düşüncesindedir. Bu sırlara yakınlaşma, onu “pınarın kaynağına” yani insanın aslî mekânına yaklaştırmaktadır. Bu kaynakta, Yunus vardır, Mevlana vardır, Hallac, Nesîmi, Yesevî vardır. “Şair, aslında kaynağın kendisi olma iddiasında değildir.” Kaynağa yaklaşmak, sevgiyi oradan içmek ve içirmek sevdasındadır. “Karşılama” adlı şiirde sevgi, “dost”a duyulan, aklı bağlayacak kadar güçlü, hiçbir engel tanımayan, âşığın bütün varlığını kaplayan aşktır. Dost’a yakın olmanın yolu aşktan geçer. Aşkı yakalamak içinse, yatağa sarılıp yatmamak, dünya güzellerine, güzelliklerine takılıp kalmamak, benlik kurdunu azatlamak gerekir. Aklın bağlanması aklın işlerliğini kaybetmesi manasında değildir; akıl ve gönül terazisinin dengede durması demektir. Çünkü kalpsiz bir aklın, benlik’le baş etmesi mümkün değildir, bunun gibi akılsız bir kalbin de aşkın disiplinlerine gereği gibi riayet etmesi zordur. Aşkın urganının aklı bağlaması bu manadadır. Özellikle Menzil kitabıyla birlikte Karakoç’ta aşk, sadece bir ruh coşkusunun ötesine genişler; bütün bir iman ve ibadet terkibi olur. Kitapta inanç, gelenekteki önderler, ibadetler ise aşkın bütünlüğü içinde ele alınır.

Din

     Temelde tasavvufî yöneliş, aynı zamanda bir dinî yöneliştir. Ama mesela Mehmet Âkif’in şiirlerinde dinî özün her şeyin üzerinde görüldüğünü herkes kabul ettiği hâlde, Âkif’te tasavvufî yönelişin olduğunu kimse söylememiştir. Tasavvuf temi vasıtasıyla telkin edilen özle, dinî temalar vasıtasıyla telkin edilen öz belli bir oranda birbirinden ayrı sayılmıştır. Eliot, dinin edebiyatla ilgisini anlatmakla dinî edebiyatı anlatmanın farklı olduğunu ikaz ederken benzer bir farklılığı işaret etmiş olmalıdır. Karakoç’un şiirlerinde başta ayetler olmak üzere, hadislerin, din âlimlerinin belli oranda tesirleri vardır. “Şiir dünyamın gökleri gürlerken, yüreğim daima Allah’a sığınır. İlahî bir nizam çevresinde sürekli raks eden kâinatın vecd halini seyrederim.” diyen şair Necip Fazıl ve Sezai Karakoç gibi din, ahlak ve edebî değer yargılarının birbirinden tamamen soyutlanamayacağını anlatır. Karakoç’un dinî ifade ve hayallerini taşıyan “gümbür gümbür salâtlar”, “Kur’an” ve “parıldayan ışık” gibi terkiplerinde ışık ve ses motifleri önemli bir yer tutar. Şair, eşyaya ve hadiselere bakışında Kur’ân’a bağlıdır. “Halat” kelimesinin kullanılması, bu bağlılığın kuvvetini, sağlamlığını işaret içindir. Şairin, “eda”sını “kûfi yazı”ya benzetmesi de “bir” olan “Rahîm” olan Allah’a bağlılığıyla yakından ilgilidir. Karakoç, “pişmişlerin kapısı” mecazı ile dinin tassavufî boyutunu öne çıkarmaktadır. Bir şiirde kullanılan “ışık” motifi, inancı temsil eden bir tekrardır. “Ezan vakti evreni kuşatan parıltı” imajı bunun ifadesidir. İnanç, insan ruhuna, kâinata
aydınlık, mutluluk ve ferahlık vermektedir. Bazı şiirlerinde şair, yeryüzünü, gökyüzünü, bütün İslam tarihini, Osmanlı akıncılarını, Anadolu’yu, dergâhları, ocakları, fetihleri ve bunların fatihlerini ve Türklüğü Allah’ı zikrederken duyar. Karakoç, hak ve haksızlık, inanç ve inançsızlık, olgunlaşma ve yozlaşma arasındaki çatışmaları da dinî bir tarih şuuruyla ele alır ve bugün yaşananların, tarihte yaşananlarla bağlantısını kurar. Bu bağlantı, sadece bazı telmihlerle sınırlı kalmaz, bazı tenkit ve telkinleri de içerir.

     Karakoç’un bazı şiirlerinde bir mücadele (kavga) alanı çizilmektedir. Bu mücadele, “Türkmen yurdu”nda gösterildiği gibi, Afganistan, Filistin, Bosna gibi Müslüman ülkelerde de gösterilmektedir. Bundan anlaşılıyor ki bu mücadelenin bir tarafında İslam dinine mensup olanlar vardır. Şair, bu mücadelenin kimler arasında olduğunu zaman zaman ismen zikrederek belirtse de çoğu zaman “çakallar, kurtlar, cambaz, katil, kızıl, kara” gibi semboller kullanır. Bu sembolik insanlık tarihinde, Karakoç, yaşanılan hayatta cereyan eden bütün problemlerin bir nüvesini aramaktadır. Bu nüve, Kabil’le başlayan, Kleopatralarla, Firavunlarla, bazı filozoflarla, Yezitlerle, Haçlılarla ve Avrupalılarla devam eden inançsızlık ve zulümdür. Bu nüve, çeşitli devirlerde farklı biçimler içerisinde saklanmakta ve hep imana, İslâm’a saldırmaktadır. Karakoç’un bu tür şiirlerinde din, marifet yönüyle değil, hakikat yönüyle ön plana çıkar. Bu hakikat için verilen mücadele, aynı zamanda bu hakikate inanan milletlerin ideali olmuştur. Türkler için, Anadolu, İstanbul ve belki Roma birer ideal olmuştur. İnsanlar, ferdî olarak Allah’ın dinini yaydıkları gibi, milletler de, milletler üzerinde vazifelerini yapmalıdırlar. Eğer dikkat edilirse, Karakoç, yer yer irsî ve ırkî imajların ağırlığını artırsa da, çatışmayı bütün bir iman tarihi etrafında ele almaktadır.

Sosyal Tenkit

     Bahaettin Karakoç’un şiirlerinde sosyal tenkit önemli bir yer tutmaktadır. Bu tenkitler, bazen insanların duyarsızlıklarına, bazen katılıklarına, en çok da kendi kültürlerinden, inançlarından uzaklaşmalarına yöneltilmektedir. Bunlar, çoğu zaman açık, sloganik tenkitler değil, birtakım semboller, mecazlar altında yapılan örtülü tenkitlerdir. Dili bozanlar, şiiri bilmeyen, onun ulvî vazifesinden habersiz olan şairler, akıldan, sağduyudan çok, göze hitap eden basın da bu tenkitlerden payını almaktadır. Tenkitler, sosyal muhtevası belirgin şiirlerde görüldüğü gibi, aşk, sevgi, tabiat temlerin belirgin olduğu şiirlerinde de görülmektedir. “Topal Görüntü” başlıklı şiirinde “onlar” olarak adlandırılan bir grup insan tenkit edilmektedir. Bu kıtalardaki tenkidin “uygarlık” üzerinde yoğunlaştığını söyleyebiliriz. Son dönem şiirimizde, çağ, çeşitli bakımlardan sorgulanmaktadır. “Uygarlık” insanlara bir hedef olarak gösterilmiştir. Fakat kendilerini uygar diye ortaya koyan insanlar, insanî özelliklerini kaybetmiş durumdadırlar. Uygarlık, kendini insanlık erdemleri içinde gösterse de, saldırgan, ezen bir görüntü sergilemektedir. Âkif’in “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” benzetmesine yakın bir benzetmeyi de Karakoç yapıyor: “Saldıran kurtlar”. Karakoç,
“Yitikse Eski Töreler” başlıklı şiirinde, inançlarından, geleneklerinden uzaklaşanları tenkit eder. Şiirdeki “tevhit”, “boya” ve “dost” kelimelerinden biri inanç kaybını, biri sunîlikleri, diğeri ise sevgiyi işaret etmek için kullanılmıştır. Sevginin olmayışı, hayatımızı sahteliklerin, görüntülerin sarması inanç yokluğuna bağlanmaktadır. Şairin, “Dağlarda” adlı şiirinde yine “çağ” tenkit edilmektedir. Bu “çağ” insanın ruhuna, asliyetine aykırı bir gelişme göstermektedir. İnsanların omuz omuza yürüdükleri, sırt sırta oturdukları kentler yaralıdır. Çünkü insanlar omuz omuza da olsalar, aynı binalarda sırt sırta da otursalar, birbirlerinden habersizdirler. Makinenin işleyişi gibi yaşamaktadırlar âdeta: Ruhsuz, duygusuz, sorumsuz. Babil’de Bir Tören Arabası adlı şiirinde Karakoç, sormadan, düşünmeden, acımadan, hüzünlenmeden, hiçbir tepki göstermeden yaşayanlarla, “kukla”lar arasında bir benzerlik kuruyor. Toplumdaki bazı kavgalar, tartışmalar, bölünmeler, insanların savundukları kavramların, düşüncelerin arkasını yoklama zahmetine girmemelerinden kaynaklanmaktadır. Bu arada, onları yönlendirenler, onların işin gerçeğini öğrenmemeleri için, onlardan yana görünen birçok tartışılacak konu üretirler. Sağduyularını, mantıklarını kullanamayan insanlar da onlara bağlanırlar. Karakoç, “Kasaplar Çarşısında Bir Yıldız Çobanı” başlıklı şiirinde ise, savundukları şeyin aslında tam tersini yapanları, böylece savundukları güzel değerleri de özlerinden boşaltanları “kasap” diyerek tenkit eder. “Gölgeler” adlı şiirde de, tefeciler, zulmedenler, kavramların pazarlamasını yapanlar, yalancılar, adaletsizlikler tenkit edilir. “İlk Deprem Dalgası” adlı şiirinde, bir takım insanları, aşktan, sanattan, insanlıktan anlamayan insanlar olarak tenkit eder. Onlar için, “karabaş”, “karakaçan”, “kara karga” gibi isimler kullanır. Karakoç’un, “Zaman Bir Beyaz Türküdür” adlı kitabındaki tenkitlerin siyasî yönü ağır basar. Bu şiirlerde bazen sembollerle, bazen açık ifadelerle, bazen de alaycı bir üslûpla “karşı taraf” tenkit edilmekte ve hakarete uğratılmaktadır.