ERDEM BAYAZIT

ÇOCUKLUK ANILARI

    Çocukluğuma dair ilk anılarım babaannemin elimden tutup beni Şeyh Abit Efendi’ye götürmesi ile başlıyor. O benim için İncirli Hoca idi. Şeyh Efendi yer yatağında yatıyor olurdu. Biz odaya girince yatağında doğrulur; beni yanına oturtur, saçlarımı okşar, dudakları kıpır kıpır bir şeyler okuyarak üzerime üflerdi. Bana kurutulmuş incirler verirdi. Onlarla cebimi doldururdum. Kuru inciri pek severdim.
    Bir gün evimizde kahvaltı yaparken kapı çalındı. Gelen haberci “Efendi geçindi.” dedi. Babamın lokması boğazında kaldı. Gözyaşları yanaklarından yağmur gibi süzülerek evden çıktı. Arkasından nenem bastonuna çökerek evi terk etti. Annem dizlerini döverek ağlıyordu.
    Abit Efendi’nin evlerine doğru uzanan cadde bizim evin çardağından olduğu gibi görünürdü.
    Öğleye doğru büyük bir kalabalık; öndekiler bir tabutu ellerinin üzerinde münavebe ile taşıyarak evimizin önünden adeta akıp gitti. Bütün komşu kadınlar bizim çardağa dolmuşlardı. Herkes ağlaşıyordu. Bense ne olup bittiğini anlamadan, ama olağanüstü bir şeyler de sezinleyerek; olayı biraz taaccüp biraz da dehşetle izleyerek, fakat içimin bu hâlini dışa vurmadan sessizce seyretmiştim.
    Yıllar sonra, Maraş’ın Asri Mezarlığında gezerken İncirli Hocamın mezarlığına rastladım. Asri Mezarlıktaki Şehitler Anıtının hemen doğusuna düşen Abit Efendi’nin yeşile boyalı mezar taşında ölüm tarihi olarak 1943 yazıyordu. Demek ki ben o zaman 4 yaşına yeni girmiştim. Benim 2-3 yaşlarına ait net anılarım Nakşibendî Şeyhi Abit Efendi Hazretlerine dairdir.
Kendimi idrak ettiğim zaman İkinci Dünya Savaşı’nın son yılları yaşanıyordu. O yıllara ait anılarımın başında çocuklara musallat olan göz ağrısı gelir. Bütün çocukların gözleri adeta kan çanağıydı. Sabahleyin yataktan kalkıldığında annelerin ilk işi çocukların çapaktan kapanmış gözlerini; eğer bulabilmişlerse hidrofil pamuğu demli ılık çaya batırarak pansuman yapmaktı.

    Çayla yumuşatılan çapaklar özenle temizlendikten sonra ancak ağ tabakası kanlanmış gözler gün ışığına açılırdı. Bu iş bittikten sonradır ki odalara serilmiş yer yatakları toplanır, orta yere yer sofrası serilip sabah çorbası içilir ve babalar işe giderdi. Anneler evin son döküntülerini toplayıp ortalığa çekidüzen verdikten sonra, çocuklarının elinden tutup Trahom Dispanserlerinin önünde kuyruğa girerlerdi. Hastalığın tedavisi için gerekli göz damlası ancak zengin ailelerin ve devlet memurlarının evlerinde bulunurdu. Babam devlet memuru olduğu için biz dispansere gitmezdik. Hatta yakın komşularımızın çocuklarının da gözlerini annem ilaçlardı. İki türlü göz damlası hatırlıyorum: Biri açık, su renginde diğeri koyu kahverengi. Açık renk olan göze damlatıldığında çok acı verirdi. Çocuklar onun damlatılmasını hiç istemezlerdi. Koyu renk olan acıtmazdı. Ama o da göz çukurunda kahverengi bir iz bırakırdı. Gözler palyaçolar gibi boyalı olmuş kimin umurunda! Kendilerine kalsa çocuklar koyu renk göz damlalarını tercih ederlerdi.

    Sanırım bütün Anadolu insanı o yıllarda üç aşağı beş yukarı aynı dertlerle cedelleşiyordu. Yıllar sonra Sezai Karakoç’u okurken Onun şiirlerindeki çocukluk anıları ile ilgili yansımalarda adeta kendi çocukluğumu bulmuşumdur. O dönemlerde yaşanan göz hastalığı Üstadın kendine has metafizik yorumlarıyla şiirine bakın nasıl girmiş:

İncir yaprağıyla sildiler gözümü çocukken.
Ve sen ey sıcak doğu gecelerin bitmeyen göz ağrısı
Çocuklara mahsus çocuklara air çocuklara dair göz ağrısı
Kırmızı mürekkebi andıran göz otu
Yalancı fakat acının yemişi kanlı gözbebekleri

İlkokul Yılları

    İlkokula 1946 yılında başladım. Evimiz Maraş’ın eski Hükümet Konağının tam karşısındaydı. Osmanlı’dan beri Hükümet Konağı olarak kullanılan bu binalar kompleksi Bayazıtzade Süleyman Paşa vakfı idi. Bizim oturduğumuz ev ise Süleyman Paşa’nın amcazadesi aynı zamanda babamın dedesi olan Ahmet Paşa Konağının tarihi süreç içerisinde yapılan istimlâklerden sonra ayakta kalan son bölümü selamlık dairesi idi. Eski Maraş’ın merkezi sayılabilecek bir noktadaydı evimiz. Yakınımızda Sakarya İlkokulu olduğu hâlde beni şehrin diğer tarafındaki İstiklal İlkokulu’na kaydettirdiler. Aile büyüklerinin bu kararının sebebi o yıl İstiklâl İlkokulunda birinci sınıfları Nimet Hoca Hanımın okutacak olmasıydı. İlk öğretmenimin Nimet Hanım olması isteniyordu.

    Okul kaydımı Fadıma Bacım yaptırdı. Fadıma Bacı evlatlıktı. O kıtlık yıllarında özellikle köylerde yetim veya öksüz veyahut hem öksüz hem yetim kalmış çocuklar şehirdeki durumu müsait ailelerin yanına evlatlık olarak verilirdi. Evlerinde bir, iki hatta üç evlatlık bulunan aile çoktu. Dayımların evlatlıklarından biri olan Fatgül’ün köylerindeki yaşantıyı anlatırken “Ekmeği soğanla yediğimiz hâlde boğazımızdan aşmazdı” sözü çocuk ruhumda derin bir iz bırakmıştı. Kimsesiz çocukları evlatlık edinme geleneği eskisi gibi yaygın olmasa da Maraş’ta hâlen sürmektedir. Türkiye’nin bir türlü kıramadığı yoksulluk çemberi!
Evimizle okulumun arası bir kilometreden fazla bir yoldu. Okula giderken şehri adeta bir uçtan bir uca katederdim. Her sabah evden çıkar, Dükkanönunden geçer, Kaledibinden iner, Boğazkesen’e varınca; şehri kuzeyden güneye doğru ikiye bölen Uzunoluk Caddesinin karşı tarafına geçer, oradan Kanlıdere Köprüsü’ne ulaşırdım. Osmanlı dönemine ait tarihi köprü yer yer yıkılmış, kalan bölümü ise yok olmaya terkedilmişti. Onun yanına Cumhuriyet döneminde üç kemerli yeni bir köprü yapılmıştı. Boğazkesenli Kanlıdereli bu mahâl isimlerinin Maraş tarihinde Bayazıtlı ailesi ile Dulkadiroğluları arasındaki rekabet ve çatışmalardan kaldığı söylenirdi. Yavuz Sultan Selim Çaldıran Savaşı dönüşü Memluklular’la iş birliği yapan Dulkadiroğluları Beyliği’nin cezalandırılması işiyle Veziri Sinan Paşa’yı görevlendirir. Hadım Süleyman Paşa 40.000 kişilik bir kuvvetle Dulkadiroğlu Alaüddevle Bozkurt Bey’i ilkönce Göksün ovasında arkasından Elbistan Ovası’nda mağlup ederek Maraş ve civarını Osmanlı Ülkesine katar. Bu sırada Çaldıran dönüşü Doğu Bayazıt’tan maiyetine aldığı Bayazıtlılar Maraş’a
yerleştirilir. Ailenin reisi Büyük İskender Bey çavuş rütbesiyle (alay komutanı) Maraş muhafızı tayin edilir. Ailenin yerleştiği bölge Maraş’ta hâlen Çavuşlu Mahâllesi diye anılır ve bu adda bir de cami vardır. Bu tarihten sonra şehrin bir tarafında Bayazıtlılar diğer tarafında Dulkadirliler oturur. Arada çatışmalar hiç eksik olmaz. Çok kan dökülür. Şehri ikiye ayıran dere de bu yüzden Kanlıdere ve Boğazkesen olarak anılır olmuş. Ben ilkokula başladıktan sonra her gün iki kez bu kanlı derenin iki yakasını birbirine bağlayan köprüden geçerdim. Bana, okula gelip giderken yolun hep sağ tarafından yürümem öğretilmişti. Köprüyü sağ tarafından geçmeye başlar, orta yere geldiğimde durur, parmaklıklara dayanarak alttan geçen dereyi, ilerdeki taş yapı Belediye Binasını, onun yanındaki Ulucami ve arka planda yükselen Hititlerden kalma Maraş Kale’sini seyrederdim. Okul dönüşü karşı kaldırımdan yürür, bu defa eski köprünün kalıntılarını, Pınarbaşı’na doğru uzanan dereyi, ağaçların ve otların arasında dolaşan ördek ve kazları seyreder, arklardan akan sudan yükselen ürpertici uğultuyu dinlerdim.

    Okulumun yolu üzerinde en çok dikkatimi çeken şeylerden biri de su değirmenleri idi. Ahır dağı eteklerindeki Pınarbaşı ve Kırkgöz mevkiinden çıkan sular üç beş koldan şehre inerdi. Bu suların bir kısmı şehrin içme suyu ihtiyacını karşılar diğer kısmı ise güzergâhındaki değirmenleri döndürürdü.
    Yolumun üzerinde üç tane su değirmeni vardı. Bu değirmenler yol seviyesinin altındaydılar. Yola açılan kapılarından içerisi kapkaranlık görünürdü. Çift kanatlı kapılarının önünde daima ya öğütülmesi için getirdikleri hububat çuvallarını hayvanlarından indiren, ya öğütülerek un, bulgur, döğme (yarma) hâline gelmiş buğday çuvallarını hayvanlarına yükleyen adamlar olurdu. Bunların arasında saçı sakalı, üstü başı una belenmiş değirmenciler gözüme efsanevi yaratıklar gibi gözükürdü. Yolda durup dakikalarca değirmenlerin önündeki manzarayı seyretmeye bayılırdım. Karanlık kapının derinliğinden gelen su uğultusu içimde ürpertiler uyandırırdı. Çocuk ruhum, geceleri bir mangalın
etrafında halkalanıp Enise Abla’dan ailecek dinlediğimiz masallarla bu su değirmenleri arasında gizemli çağrışımlara yol bulurdu.
    Okumayı söktükten sonra okula gidiş gelişlerimde yolumun üstünde gördüğüm bütün tabelaları okumayı bir alışkanlık hâline getirmiştim. “Jandarma Merkez Karakolu”, “Trahom Dispanseri”, “Tekel İdaresi”, “Albayrak İlkokulu’, “Sıtma Savaş Müdürlüğü”, “Verem savaş Dispanseri”, “Asri Fırın”... Bu levhâların üzerinde okuduklarım çoğunlukla ruhuma ürküntü verirdi. Bunun sebebi karşılaştığım yabancı kökenli sözcükler miydi, yoksa sıkça geçen “savaş” kelimesinin yaptığı çağrışımlar mıydı? Bilemiyorum. Albayrak İlkokulu’nun önünden geçerken mutlaka karşı kaldırıma geçer ve oradan koşarak uzaklaşırdım. Çünkü o okul trahomlu öğrencilere tahsis edilmişti. Bize o okuldaki çocuklarla oynamamamız sıkı sıkı tembih edilmişti. Aksi hâlde hastalık bulaşır gözümüz kör olabilirdi.
    İkinci Dünya Savaşı ile ilgili olarak, çocukluğumdan belleğimde ne kalmış diye kendimi yokladığımda doğrudan kurabildiğim tek ilgi, belli saatlerde eğer varsa herkesin haber dinlemek için radyolarının başına toplanmasıdır. Savaş yıllarında radyo lüks bir araçtı. Her evde bulunmazdı. Aile içinde en meşhur radyo dayımın oğlu ile evli bulunan ablamgilin radyosuydu. Altı lambalı General Electrik! Özellikle Ankara Radyosunun öğle haberleri kaçırılmazdı. Çat-pat parazit sesleri arasında haberler dinlenir, kısa değerlendirmeler yapılır, Milli Şef İsmet Paşa’nın siyasetinden övgü ile bahsedilirdi.
    Aslında halkın o günkü yaşantısına baktığımızda Büyük Savaş şartlarının her şeye yansıdığını görmek mümkündü. Hayat olabildiği kadar sadeydi. Yaz geldiğinde zahire tutulmuş, güzün şire yapılmış, kış gelmeden odun kömür tedarik edilmişse yaşantı düzene konmuş, hayat emniyet altına alınmış demekti. Zahire tutmak şu anlama geliyordu: Yeteri kadar buğday temin edilip; unluk, bulgurluk, döğmelik ve nişelik (nişastalık) olarak: hazırlanmalıydı. Yapılacak zahireliğe göre uygun cins buğday seçimine özen gösterilirdi. “Tortçu”, “Yoksulyemez”, “Sarı Bursa” veya “Elbistan Yazlığı” gibi türlerden tercihler yapılırdı.
    Bulgurluklar için yumuşak unluklar için sert kabuklu buğdaylar! Günlerce arasadan evlere buğday örnekleri gelir gider, hanımlar seçimini yaptıktan sonra alınan buğday çuvalları doldurularak hamallar tarafından evlere nakledilirdi. İki tür hamal vardı: Eşekli hamal, ipli hamal; yani yükü sırtında taşıyan hamallar. Ne de çok hamal vardı! Bir hamal gerektiğinde yola çıkıp bir iki dakika beklemeniz yeterliydi, mutlaka oradan geçen biri bulunurdu. Arabalı hamallar, yani at arabası ile yük taşıyanlar ancak 60’lı yıllardan sonra ortaya çıktı. 70’li yıllara doğru bunların yerini sepetli motosikletler almaya başladı. Sepetli motosikletler bir dönem hızla büyüyen kentimizin taşımacılık gereksinimine çözüm oldu. Ayrıca köyden inip kente yerleşenler için iş alanı yarattı. Bir motosiklet parası denkleyen köylü gençler soluğu şehirde aldı. Bu sepetli motosikletlerle neler yapılmıyordu ki! Sebze, meyve, odun, kömür, zahire gibi şehrin bütün taşıma hizmetleri sepetli motosikletlerle yapıldığı gibi yerden mantar gibi biten gecekonduların inşaat malzemeleri de bunlarla taşınıyordu. Ayrıca sabah işe giderken, akşam işten dönerken dolmuş görevi de görüyorlardı. Hafta sonları çoluk çocuk doluşup pikniğe çıkmalar veya köydeki ana babaları ziyaret etmeler de cabası. Ama ortalıkta cirit atan yüzlerce motosikletin yarattığı hava ve ses kirliliği şehirdeki hayatı çekilmez hâle getirince ilk önce bunların plakalarına bir tahdit getirildi, arkasından şehrin ana caddelerine girmeleri yasaklandı.
Zahirelik buğdaylar eve geldikten sonra artık bir-iki ay sürecek hummalı bir faaliyet başlardı. Önce alınan buğday elenir, evsilir; içindeki yabancı maddelerden mümkün olduğunca arındırılırdı. Unluk buğdaylar teş denen büyük derin leğenlerde yıkanır, bulgurluklar masere kazanı denen, bir seferde 100 kilo buğday kaynatabilen, çok büyük derin kazanlarda kaynatılırdı. Bunlar evin çardaklarına veya toprak damlarına serilen savanların yahut zahire bezlerinin üzerine yayılarak kurutulurdu. Zahire bezinin üzerinde biraz durmam gerekiyor: Savaş yıllarında herkes “Nihai Fayda” ilkesine sıkı sıkıya bağlıydı. “Tüketim Ekonomisinin” “öyleyse at çöplüğe” alışkanlığı ile ülkemiz henüz tanışmamıştı.
Yiyeceklerde olsun, gi yeceklerde olsun onlardan temin edilecek nihain yarar mutlaka gözetilirdi. Birkaç örnek verelim: O gün evde karpuz yenmişse bunun kabuğu çöplüğe atılmazdı. Karpuz kabuklarının yeşil kısmı özenle soyulur altta kalan etli kısım kurutularak ilerde reçel yapmak için saklanırdı. Portakal kabukları da aynı işleme tabi tutulurdu. Marulların lahanaların yenilmeyen dış yaprakları evde hayvan varsa onları besler yoksa komsularınkine gönderilirdi. Babaların elbiseleri üç beş yıl giyildikten sonra ters yüz edilip erkek çocuklar için giysi dikilirdi. Kadınların eskittiği elbiselerin ise sağlam kısımları dikdörtgenler veya kareler biçiminde makasla kesilir bunlar birbirine ulanarak yer sergileri hazırlanırdı. Zahireliklerin kurutulması işinde çoğunlukla bu sergiler kullanılırdı. Bu cümleden olmak üzere, bu gün bile Anadolu’da; eski bezlerden değil de yeni giysi dikilen kumaşların artıklarından aynı yöntemle birbirine ulayarak seccadeler yapılır. Rengârenk kumaş parçalarından oluşan bu seccadeler maharetli ellerde Bedri Rahmi’nin panoları gibi adeta bir sanat eseri hüviyeti kazanırlar!
    Anılarımı anlatırken bu nihai fayda mantığına yeri geldikçe örnekleriyle değinmek istiyorum. Ama şimdi konuyu dağıtmadan biz gene zahire işine dönelim.
    Zahirenin temel unsurları olan unluk, bulgurluk ve döğmelik buğdaylar değirmene yollamaya hazır hâle geldikten sonra artık sıra tarhana yapımına gelmiştir. Maraş tarhanası şehrimize ait bir özellik taşır. Bilindiği gibi Anadolu’da genellikle çorba yapmak için hazırlanan tarhana Türk Mutfağının vazgeçilmez çeşnilerinden biridir. Özellikle buzdolaplarının olmadığı dönemlerde halkın protein ihtiyacını büyük ölçüde tarhanadan sağladığı bilinen bir keyfiyettir. Hazırlanırken kullanılan katkı maddeleri ve elde edilen ürünün korunması bölgelerimize göre değişiklik gösterir. Ana katkı maddesi yoğurttur. En yaygın olan un tarhanasıdır. Kışı sert geçen bölgelerimizde kurutulup un hâline getirilmeden, doğrudan küp içinde muhafaza edilerek kullanıldığı yerler de vardır. Maraş Tarhanası ise gerek yapılış gerek tüketim özellikleri bakımından tamamen kendine özgü nitelikler taşır.
    Maraş Tarhanasının yapımı kısaca şöyledir: Daha önce uygun nitelikli buğdaydan hazırlanan döğme evin avlusuna; nadir de olsa avlusu bulunmayan evlerde ise sokağa kurulan masere kazanlarında pişirilir. Döğme pişerken kazanın dibine tutmasın diye bu iş için hazırlanmış büyük tahta küreklerle sık sık karıştırılır.
    Kazanın içinde döğme pişip katılaşınca kazanın altındaki ateş tamamen dışarıya çekilerek söndürülür. Kazanın üstü uygun bir teş veya tepsi ile kapatılarak hazırlanan aş dinlenmeye terk edilir. Bir-iki saat süren bu dinlenme esnasında aş iyice macun hâline gelinceye kadar tahta kürekle üç beş kere gene karıştırılır. Kıvamını bulan aş soğuması için kazanlardan daha önce hazırlanarak yere serilmiş ıslak zahire bezlerinin üzerine çekilir, iyice soğuyan tarhana aşı genç kızlar ve gelinler tarafından büyük teşlerde yoğurtla karıştırılarak iyice yoğrulur. Hazırlanan mahlul kovalarla tarhananın serilip kurutulacağı mahâllere taşınır ve büyük yayvan bezlerin üstüne yığılarak üzeri gene bezlerle sıkıca kapatılıp ekşimeye terk edilir. Tarhananın kurutulduğu yerler ya evlerin toprak damları, ya geniş çardaklar ya da bahçelerin ve avluların uygun alanlarıdır. Tarhana, hanımların örgü şişi kalınlığındaki ince-uzun kamışların yan yana getirilip iplikle birbirine bağlanması ile elde edilen sergenlerde kurutulur. Bunlara çığ denir. Mahsus olarak adına tarhana şaptası denen uzun sırıklar, yerden on beş yirmi santim yükseklikte birbirine paralel olarak ikişer ikişer yan yana uzatılır. Rulo hâlinde getirilmiş “çığ”lar bu şaptalar üzerine yayılır. Artık sıra yeteri kadar dinlenmiş ve ekşimiş “tarhana mahlulü’nün bu çığların üzerine döşenmesi, yani “serilmesi”ne gelmiştir. Bu işlem ya yatsı namazından veya sabah namazından önce evin ve konu komşunun genç kızları ve gelin hanımları tarafından “imece” usulüyle yapılır.
    Güneş altında kurumaya terk edilen Maraş tarhanası 24 saat sonra artık “firik’ olarak yenmeye hazır, 48 saat sonra ise tamtakır kurumuş olarak tabaka tabaka toplanıp özel sandıklarda, karton kolilerde, tablalarda veya çuvallarda kış boyu tüketilmek üzere kilerlerde yerini alır.