AHMET DOĞAN İLBEY
ŞAİRİN MARAŞLISI YAHUT ABDURRAHİM KARAKOÇ


    Bir zamanlar şiirleriyle “tek başına millete yeten şair” Abdurrahim Karakoç, 1932 yılı Kahramanmaraş’ın Ekinözü (Celâ) ilçesinde doğar. İlkokuldan sonra okumak imkânı bulamadığı için askerlik çağına kadar marangozluk yapar ve askerden gelince Ekinözü Belediyesi’nde başarılı bir muhasebe memurluğu yapar. Emekli olduğu l98l yılından sonra da Ankara’ya yerleşir. Güçlü şiir damarının yanında dergi ve günlük gazetelerde kesintisiz yazı hayatına başlar. Sülalece şair olan Karakoç’un, ilk şiirleri daha çocuk yaşta iken Elbistan Engizek Gazetesi’nde yayınlanır. Babası Ümmet Karakoç’un şairlik damarını, ağabeyi ünlü şair Bahaettin Karakoç’la birlikte sürdürür.

    Şair, Anadolu taşrasının kıt imkânlarına rağmen 1960’lı yıllarda tesiri üç kuşak boyunca devam edecek bütün Anadolu insanını saracak eserlerini vermeye başlar. Şiirlerini; Hasan’a Mektuplar, Hasan’a Mektuplar ve Haberler Bülteni, El Kulakta, El Tetikte, Bütün Şiirleri, Vur Emri, Şiirler, Kan Yazısı, Suları Islatamadım, Dosta Doğru, Gökçekimi, Beşinci Mevsim ve Akıl Karaya Vurdu adlı kitaplarında toplar.
    Deneme-Fikir yazılarını da; Düşünce Yazıları, Çobana Mektuplar adıyla kitaplaştırır.

    Şairin; şiirleri ve düşünceleri üzerine çeşitli çalışmalar yapılır. Onun günümüz şiir geleneği içersindeki yerini belirlemek noktasında odaklanan bu çalışmalarla şairin şiir dünyası ve düşünce dünyasının yorumlanmasına çalışılır. Bu çalışmalar neticesinde de geçmişten günümüze gelen şiir damarıyla Abdurrahim Karakoç şiirinin irtibatı ortaya çıkartılır.

    Tarihte halk şiirinin ustalarını sayarken Karacaoğlan, Emrah, Pir Sultan Abdal, Dadaloğlu, Âşık Veysel ve benzeri çizgiyi sayıp günümüze geldiğimizde bu tarzın sazsız şair olarak modern zamanların içtimaî meselelerine, problemlerine, gurbet, sevda ve aşk temalarına hecenin ve kafiyenin en çaplı ustalığıyla şiirler yazan şair kanaatimce Abdurrahim Karakoç’tur. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Türk halk şiirinin yaşayan en usta şairidir.

    Ona şairin Maraşlısı demekten kastımız mert, yiğit karakteri, şiirlerinde dile getirdiği meseleler, haksızlık karşısındaki hicvi, isyanı ve söyleyiş tarzı tam da beş yüz yıllık Maraş halkının tabiî bir meşrebi ve hususiyeti değil midir, desek abartı olur mu? Bazı şiirlerindeki söyleyişte Maraş yöresinin deyim, şive ve kelimeleri de yer alarak, Maraşlıca bir üslûbun yazı diline dökülüş sureti hakim olmuştur. Bir karakter olarak şairin Maraşlısı Abdurrahim Karakoç üslûbunda neşvünema bulur. Onun Maraşlının kahramanlığını, tarihten bugüne hiç değişmeyen erdemlerini anlatan “Destanların En Soylusu 12 Şubat” şiirinden bu benzerliği anlamak
mümkün. Bu şiirde ses, kafiye ve hitabetin bütün güç ve unsurlarını buluruz. Bu şiiriyle Maraşlının Fransız Harbi’ndeki direnişçiliğini, istiklâlci karakterini ve öncülüğünü bütünüyle sembol, mazmun ve teşbihlerle dile getirir. Maraş-Fransız Harbi’nin Millî Mücadele’deki tesiri ve millet coğrafyamızdaki bütün insanlarımız üzerindeki soylu çağrışımı ile 12 Şubat kurtuluşunun yankılarını Karakoç’un bu şiirinde kelime kelime hissetmek mümkündür.

DESTANLARIN EN SOYLUSU 12 ŞUBAT

Bir güvercin uçar akça kanatlı
Barıştan savaşa selâm götürür
Yollardan yel gibi geçer bir atlı
Afyon’dan Maraş’a selâm götürür

Bir Oniki Şubat, bir yıldan büyük
Kalmadı çok şükür ne zincir, ne yük
Berit’ten Ilgaz’a bir ala geyik
Seker taştan taşa, selâm götürür

Bir bulut kabarır iki dağ boyu
Yüklenir yağmuru, karı, doluyu
Gezer yayla yayla Anadolu’yu
Bir baştan bir başa selâm götürür

Uyanır yörüğü, lazı, afşarı
Bir eyler zeybeği, horono, barı
Aydın ovasının ılık rüzgârı
Efeden dadaşa selâm götürür

Kırım’da şimşektir çakar bir yıldız
Kars’tan Fergana’ya bakar bir yıldız
Kerkük’ten Tebriz’e akar bir yıldız
Gardaştan gardaşa selâm götürür

Bir şehir.. köy oba, mahalle, çarşı
Çarpışır düzenli orduya karşı
Ve soylu bir destan kurtuluş marşı
Güneş, kurda kuşa selâm götürür

(Suları Islatamadım, s. 52)

    Karakoç’un şiirlerini dinî-hamasî şiirler; aşk, gurbet, tabiat şiirleri ve sosyal hiciv şiirleri ana başlığında üç kategoriye ayırabiliriz.

    Şiirlerinde yapmacık ve dışarıdan biri değildir. Köylünün ve kasabalının içinde kendisi de vardır. Şiirde gür ses ve heybetli bir dille meydan okuyan bir üslûbu vardır. Prof. Dr. S.Kemal Tural, “Onun psikolojik yapısında Nef’î’ce bir erkek ses vardır.” diyor. Bu erkek ses halkın meselelerine, dertlerine ve dâvalarına tercüman olur. Yedi şiirden oluşan “Vatandaş Türküsü” başlı başına, günümüz Türk hiciv şiirinin bir şaheseridir. “Hakim Beğ” şiiri bu şiirin bir halkasıdır: “Gene tehir etme üç ay öteye/Bu dâva dedemden kaldı hakim beğ/Otuz yılda babam düştü peşine/Siz sağolun o da öldü hakim beğ.” “Tohdur Beğ” şiirinde de vatandaşın dertlerini dile getirir: “Avrat yeğin sayrı, benim karnım aç/Keyf için gelmedik bura tohdur beğ/Fukara harcından yaz da bir ilaç/Olsun derdimize çare tohdur beğ.” Vatandaş Türküsü’nün halkaları oldukça uzundur. Şimdi de “Mebus Beğ” kısmını okuyalım: “Vallahi sıtkımı sıyırdım senden/Tiksintimi naz belleme mebus beğ/Yoksulluktan yanan kara bağrımı/Isınacak köz belleme mebus beğ.” Bütün şiirlerinde istisnasız güçlü söyleyişin unsurları olan aliterasyon, asonanslar, güçlü kafiye ve redifler ses gücüyle birlikte yüksek bir ahenk oluşturur. Şiirlerinde vuzuh, açıklık, sarahat esastır. Gelenekli halk şiirini aşan, hattâ bol mecazlı, mazmunlu, cinaslı edebî sanatlar şiirlerinde çokça yer alır.

    Toplumu adına haksızlık ve yozlaşmayı hiciv ve mizah tarzıyla, çok zaman öfke hâlinde şiirleştiren şair, dâva ve içtimaî şiirleriyle 1960 ve 1980 yılları arasında kendi şiir sahasında tek başına bir bayrak timsali olarak görülmüş ve böyle anılmıştır. Bu yıllar arasında, şiirleriyle fikir adamlığını birleştirerek millî, manevî, değerlerin bayraktarlığını yiğit edasıyla yaptığını bu satırların yazarı dahil, önceki iki kuşak da onu bu vasıflarıyla bilirler. 1990’lı yıllardan sonra şiir sahasından geri durması, gazetelerde günlük yazılar yazması onu, akranı şairlerin sürekli hamle ve yenilik yapmaları karşısında “sönük kaldı, kendini yenileyemedi.” kıyaslamasına muhatap ettiğini duyuyoruz. Bu kıyaslama hakkaniyetli değildir. Onun yeni şiirleriyle günümüzde tesiri yoktur, diye uzun bir dönem şiirdeki tesir ve fonksiyonunun yok olduğunu ve inkar edileceğini göstermez. Her devrin kendi şartlarında fonksiyonel olan şair ve fikir adamlarının hakkını dönemindeki tesir ve yankılarıyla değerlendirmek ve öyle anmak kendi edebiyat sosyolojimize göre daha âdil olacaktır. Bu satırların sahibinin babası ve dedesinin kuşakları, alt ve orta sınıf köylü ve şehirli bütün esnaf ve sosyal gruplar Abdurrahim Karakoç ismini bilirler ve birkaç şiirini de ezbere okuyabilirlerdi. 25 yıllık bir dönemde Anadolu’yu ölçü aldığımızda, halkıyla bu kadar bütünleşen ve halkımızın birçok kesiminde bu denli tesir bırakan bir şairin sayısı herhâlde azdır. Bu onu yüceltmek değildir.

    Dönemlerin edebiyat-toplum ilişkilerine bakarken objektif kriterlerle bakmak, insaf gereğidir. Buna dair yüzlerce anekdotlar vardır. 1970’li yılların karmaşık ortamında en fanatik insanların onun birçok şiirini vecd ve heyecan içerisinde ezbere okuduklarına âcizane şahitliğim çoktur. Farklı grupların bile onun şiirlerinde ortak dert, haksızlık, ezilmişlik temalarını bulmaları, şiir geleneğini yenileyerek iyi sürdürdüğündendir. İdeolojik bölünmelere rağmen, insanımızdaki öz değişmiyor, onun şiirindeki ses ve tema her kesimi kendi duruş ve anlam dünyasınca sarıyordu. Dönemlerin şartları içinde fonksiyon ve tesiri bakımından bakıldığında toplumun büyük bir kesimince kalben ve fikren okunmuş, beğenilmiş ve fayda hasıl olmuşsa, bu o şairin ve şiirin kenara atılması ve gözden uzak tutulması anlamına gelmemelidir. Bu bir aydın kıskançlığıdır.

    Karakoç’u, tekleştirme ve diğer usta şairlerimizden yüce tutmak gibi bir gayemiz olamaz. Ne var ki, onu yok sayan bazı şair ve edebiyat otoritelerinin kıskançlığını anlamak zor. “Gönül tezgâhımda şiir dokudum/İplik iplik nakışında sen varsın/Aşk yolunun kanununu okudum/Madde madde yokuşunda sen varsın.” mısralarını ve “Mihriban” şiirini bu ülkede hiçbir fikrî ve siyasî rengi olmayan arabesk, lümpen ve sarhoş gençlik dahi âdeta huşû ile ezbere okuyup kendinden geçerlerdi. “Nöbetçi” şiirinin şu mısraları bu ülkenin sayısı milyonları geçen üçdört kuşak ve onlarca tertip asker tarafından askerlik hatıra defterlerine aynen yazılıp, sıla hasretlerine niyet olarak okunmuş, askerî kışlaların duvarlarına yazılmış ve hattâ intihal yapılarak, taklit edilmiştir. “Yüzbaşım, garajda nöbet tutarken/Hatırıma sıla düştü bu gece/Güngören’in horozları öterken/Gönül kalktı yola düştü bu gece”.

İSYANLI SÜKÛT

    Şairimiz; kendi döneminde tesirli olan şiirlerinde halktı, köylüydü, çobandı, askerdi, şehirliydi, aydındı, cümle âlem milletti. Ancak, marjinal fildişinde yaşayanların şairi değildi. Bu noktada “Şiirinde sanat yoktur, basit popülist eğilimleri dillendiriyor.” demek ucuz tenkittir. Kendi yerli sanat ve edebiyat sosyolojimizi dikkate almadan, fildişi kule saplantısı ve kıskançlığıyla bu hakikatler görülemez. Şiirde tema ve sesi toplumların temayüllerine en üst noktada giydirebilen her şiir ve şair değerli olarak gönüllerde yaşayacaktır. Hiç şüphe yok ki, yüzlerce misal ve anekdotlarla belgelenebilecek “İsyanlı Sükût” şiirinin çayhane çırağından, okuyanına, yazanına, meyhanede kafa çeken bizim yerli berduşumuza ve köyden şehre amele getiren mütedeyyin amele başçılına kadar ezbere ve içten gelerek okunduğunu inkar edebilecek edebî otoriteler var mıdır? “Gitmişti makama arz-ı hal için/“Bey” dedi, yutkundu, eğdi başını/Bir azar yedi ki oldu o biçim/“Şey” dedi, yutkundu eğdi başını/Kapıdan dört büklüm çıktı dışarı/Gözler çakmak çakmak, benzi sapsarı/Bir baktı konağa alttan yukarı/“Vay” dedi, yutkundu, eğdi başını.”

    Döneme sanat ve edebiyat sosyolojisi gözüyle baktığımızda bu şiirin hakkını verebilir, anlayabilir ve o dönemde bütün Anadolu’daki tesirini ve ezbere okunuşunu kavrayabiliriz. Tabiî önce edebî insaf ve irfan gerek.

    Karakoç’un hem gelenekli şiir gücünü, hem de aşk, gurbet, dava, yoksulluk ve hiciv temalarını işleyişte mısraın unsurları olan ahenk, aliterasyon, güçlü kafiyenin şiirde nasıl meczedildiğini göstermek istiyoruz:

    Vatandaşın derdini en iyi şair bilir ve onun adına ilgililere seslenir: “Evimizde pencere yok, ışık yok/Çocuk doğar, beleyecek beşik yok/Pilava yağ, tarhanaya katık yok/Öte yandan çoluk çocuk dokuz baş.” Medeniyet ve kültür coğrafyamızdaki diğer milletdaşların bağımsızlık mücadelesini ve esaretini şiir sanatında en çarpıcı olarak şu mısraları dile getirir: “Yürü: duvar beton, otur yer beton/Tavana bakarsın ‘bakma’ der beton/-Yağmur kokan toprakların nerede?/Ne çiçekler açar, ne kuşlar öter/Yolların on adım ötede biter/-Serbest gezen ayakların nerede?” Böylesine arı duru bir dille ve bir şair dostun ifadesiyle “darası alınmış kelimelerle” bir hâl daha nasıl anlatılabilir? Şiiri nesirden ayıran da budur. Gurbet acısı çekenler, manevî gurbeti yaşayanlar onun mısralarında duygularını bulmuşlardır: “Hava gurbet, toprak gurbet, su gurbet/ Alev alev sardı beni bu gurbet.” Şu şiirdeki zengin mecazlar kimin şiirinde bulunur dersiniz: “Ezanlar buz tutmuş minarelerde/Yaylalarımız dermiş ki: Töremiz nerde?/Yolların hasretle bittiği yerde/Her dağ yamacında bir mezar üşür.”

HASAN’A MEKTUPLAR VE VATANDAŞ TÜRKÜSÜ’NDEN SULARI ISLATAMADIM’A DOĞRU

    Şair, bir mülakatta şöyle diyor: “Havalanacak yeni üsler, mesajlar, yüklü yeni sesler, temler ve estetik ölçüler gerek. Yüksekten dökülen bir su değil, yükseklikleri, çok öteleri kucaklayan bir derin su olmak gerek artık. Zaman geçiyor, şartlar değişiyor, idrak de değişiyor ve ben yaşlanarak yaşıyorum.” Bu sözlerini “Suları Islatamadım” adlı kitabını yayınladıktan sonra söylüyor. Bu kitaptaki şiirlerle hem temada, hem de üslûpta daha mücerret ve mâna âlemini anlatan yeni mazmunlarla dolu mısralardan sonra şiirde yeni bir döneme girdiğini beyan ediyor.

    Onu “kavga, siyasî semboller, ideolojik söylemler, hamaset, keskin taşlamalar şairi” olarak yaftalayanlar, “Suları Islatamadım” adlı kitabındaki şiirlerde işlenen manevî, uhrevî, kalp âlemi ve tezkiyesi temalarını hece vezninin imkânları ve yeni ifade buluşlarıyla gelenekli şiire kattığı mazmun, cinas, teşbih, hayal ve tedaileri kalp gözü ve sağduyusuyla okumaları gerektir. İnsanın nefis muhasebesi ve belli bir yaşa kadar dünya imtihanında neyi yapıp yapamadığı teması sâde ve musikili kelimelerden oluşan mısralarla nasıl bu kadar tesirli yazılırmış okuyalım:

    “Savaştayım elli yıldır/Ömrüm geçti boşalt, doldur/Anlamadım, bu ne haldir/ Bir gün silah çatamadım/Suları ıslatamadım.”

    Şair, şu mısralarını, sahabelerin, mübarek zatların ve bütün acı çeken insanlığın derdini kendi yüreğinde toplayan büyük fikir adamlarının faziletlerini kuşanarak yazıyor: “Güneşin gölgesinde yatıp, serinleyenler/Yitirse üzülmeyen, bulsa sevinmeyenler/Buzdan ateş yakanlar, taş pişirip yiyenler/Mide saltanatına boşverenler merhaba/Nefsi üçten dokuza boşayan er yiğitler/Yüreği kardan beyaz, bahtı esmer yiğitler/Batılın önünde set, hakka rehber yiğitler/Fazilet kavgasında baş verenler merhaba.”

    Şair, dünya ve manevî âlem arasında dengeyi kuramayan bir yozlaşmayı yeni mazmun, cinas ve teşbihlerle kelime israf etmeden bakın nasıl yazmış “Suların Hikayesi” dörtlüğünde: “Belemişler kaplara, uyutmuşlar suları/Ve sermişler iplere kurutmuşlar suları/Dalmışlar eğlencenin fikirsiz oyununa/Ya toprakta, ya gökte unutmuşlar suları.”

    Ses, ahenk, musiki gibi şiirin ana unsurlarından uzak bir çuval kelimeden oluşan mısraları yan yana getirerek basit bir temayı anlatan modernlik taklitçisi şiirlere sayfa açan şöhretli edebiyat münekkitlerini, şairin bu ve benzeri şiirlerini şiir sanatının nesirden ayrı olduğunu dikkate alarak sırf bu dörtlüğü tarafsızca değerlendirmelerini isterdim.

    İslâm akaidine teslim olmuş bir milletin ferdi, eğer şiire ilgi duyuyorsa şairin şu dörtlüğünde kendini vecd hâlinde bulmaz mıdır?: “Selâm Azrail’e, doğan bebeğe/Selâm tadlı sona, acı gerçeğe/İmana, irfana, zindana selâm/ Selâm umut, sabır ve geleceğe.” Bir yığın mâna ve fikri, dünya hâllerini ve yaratılış gayesini, Yunus Emre’nin “Ete kemiğe büründüm/Yunus diye göründüm” misâli, arı duru bir dörtlükle ve şiir sanatının temel unsurlarıyla yazabilen şairi görmezden gelen edebî otoritelerin samimiyet ve zihniyetinden şüphe etmez misiniz?

    Aydınlar, kucağında yaşadıkları milletin edebî kültür ölçülerine inanıyor ve değer veriyorsa, Türkçe’nin ifade biçiminde kullanılan meseller, deyimler, atasözü ve vecizelerin onun şiirinde nasıl yeni bir mısraa dönüştüğünü görmelidirler. Şairin şu kısacık mısralarında Türkçe’nin bütün ifade gücünü bulmak mümkündür: “Omuz verip dert yüküne/Kin mülkünden aşk mülküne/-Göçenler hani, ya hani?/(...) Haklılara olup derman/Haksızlığı harman harman/-Biçenler hani ya, hani?/Yardım ederken düşküne/Vurulup cennet köşküne/-Uçanlar hani ya, hani?”.

    Şairin, gelenekli şiirin ölçülerine göre ve yeni ifade buluşlarıyla, kelime israf etmeden dünya hayatının geçiciliğini, nefis tezkiyesini dile getiren şu mısralarının hakkını vermek lâzım: “Dağladım nefsimi zincir yulara/ Dünyayı duvara astım gel de gör/Rahatı, huzuru attım kenara/Çileyi bağrıma bastım gel de gör.” O, kuvvetli hiciv ustası olmanın yanında aynı zamanda bir derviş olduğunu yeni şiirleriyle yaşayarak ortaya koyar. Bu hâlini bir hatıra ile vermek istiyorum. Şairle mektuplaştığımız sıralarda, “Dördünce Cemre” adlı şiirini daha taze iken ve hiçbiri yayınlanmadan cevabî mektubunun satırları arasına yerleştirerek, bu satırların sahibini şereflendirmişti. Şairin, bu zamanda hasret kaldığımız daktilo kokan mektubunu aşağıya aktarıyorum:

“Aziz gönüldaşım Ahmet,                                              21/1/85

Çelik testereyle kestim
Yıkadım, duvara astım
suları...
    Düşümde düşüme girdim dün gece.

    Yukarıya ilk bölümünü aldığım şiiri yazarken fotoğraflı mektubunuzu aldım. Şiirin yazılması bekledi ve ben sizin dost duygularınızı okudum. Allah (C.C) razı olsun aziz dostum.

    Hamdolsun, bizler iyi rahat sayılırız. Bazen okuyup, bazen yazmak ve bazen de gezmekten gayri belli bir işim yok. Candan dostlarım çok olmasına rağmen her birisi bir yerde bulunduklarından hasretlikler kısa mektuplarla gideriliyor. Tabii buna da şükürler olsun diyoruz.

Dertler gecikince gidip yokladım
Yırtık bohçalarda umut sakladım
    Yok yere yokluğu vurdum dün gece.

Böyledir işte; bazen dost yoklar adamı, bazen dert yoklar. Şair olursan bazen de geciken dertleri sen yoklarsın. İnşallah sağ olursam son çıkacak kitabımın adı da “Beşinci Mevsim” olacak. Belki biraz garip amma, yeni yazdıklarım da garip şeyler.

Topladım yolları eyledim yumak
Musalladan gayri görmedim durak..
Durmadan düşünüp durdum dün gece.

    Havaya, toprağa ve suya düşen cemreler dışında 4’üncü cemreyi gönüllere düşürmek şair deliliği midir?
Boş ver kim ne derse desin. Ya bir de anlayan olursa?...
    Her neyse. Size imzaladığım kitabı Bahattin ağabeyime vermiştim. Herhalde elinize geçti. Bu arada başta
H. Şakalar ve diğer tanıdıklara sevgi ve selâmımı iletirseniz memnun olurum.

Dosta şiir yazdım “Hatıra” dedim
Belki bir dost gele otura dedim
Gönlümü toprağa serdim dün gece

Candan dost selâmıyla selâmlar gözlerinizden öperim. Allah (C.C.)’a emanet
olasınız.

P.K.18 Sincan / Ank. Abdurrahim Karakoç

YA BAYRAMLAR BAYRAM OLSUN, KURTULSUN YA TAKVİMLER CAYIR, CAYIR YIRTILSIN

    Şairin “Suları Islatamadım” adlı kitabında yer alan ve beş şiirden oluşan “Bayramlar Bayram Ola” şiirlerinin bölüm başlığı veya serlevhası olan yukarıya aldığımız yürekleri kavurucu, sorumlu insan ve yöneticilerin vicdanlarını titretici iki mısraını imkânımız olsaydı eğer, Hakkari’den Edirne’ye, Kars’tan İzmir’e kadar her köşe başına birer ilan ve döviz olarak asardık. Böylelikle bu ülkenin bin yılda kendi mayasında hal hamur ettiği bütün farklı zümrelerce okunduktan sonra yüreklerin nasıl kanadığını, sorumlu insanların vicdanlarının sesine nasıl kulak verdiklerini görecektik. Materyalist algının doğurduğu paylaşım ve yoksul halkı himayeden uzak bir seçkinciliğin milletin değerlerine ve acılarına biganeliğini bu şiirden başka ne anlatabilirdi? Bu satırların sahibi bilir ki, bu şiirin o dönemdeki yankısı çok büyüktü. Köylümüz, kasabalımız inanç ve geleneklerine bağlılığının yanında kendinden bildiği bu tür şiir ve şairlerin inançlı ve olumlu tesiriyledir ki, değerleri inkara ve umutsuzluğa asla kapılmadı. Öyle ki Abdurrahim Karakoç, gönlünün Yunus gibi olmasının yanında fikir ve inanç bakımından farklı insanlara da merhametlidir. 1982 yılında kasabasında kendisinden dinlediğim bir tavrı bu meziyetini gösteriyordu. Âşık Mahzûni Şerif şairin iki şiirini izin almadan türkü olarak besteler. Tabiî, şairimiz mahkemeye verir. Dâva sonuçlanmadan, Mahzûni Şerif, onu ziyaret eder ve “Ağabey, şiirleriniz o kadar güzel ve anlamlı ki, dayanamayıp, besteledim.” der ve kalpten öyle bir özür diler ki, şairimiz onu samimiyetinden dolayı affeder ve dâvadan vazgeçer.

    “Bayramlar Bayram Ola” şiirden birkaç mısra: “Güneş yükselmeden kuşluk yerine/Bir adam camiden döndü evine/Oturdu sessizce yer minderine/Kızı “bayram” dedi tam ağlamaklı/Eli öpüldükçe içi burkuldu/Konuşmak istedi, dili tutuldu/Güç-belâ ağzından bir “of” kurtuldu/Oğlu “bayram” dedi sırtı yamalı/ Adam “he ya” dedi gözü kapalı/Düşündü kış yakın, evde odun yok/Tenekede yağ yok, çuvalda un yok /Yok yoka karışmış; tuz yok, sabun yok/ Avrat “bayram” dedi eğdi başını/Adam “evet” dedi, sıktı dişini/(...)Yer-gök “bayram” dedi, ağzını açtı/Adam “bayram” dedi, evinden kaçtı”.

    Şair; halkın sıkıntılarının, ihmal edilip gözetilmeyişini ideolojik istismara başvurmadan dile getirir ve vatandaşının tercümanı olur. Toplumun değerlerine yabancılaşanlar gibi değil, halkı gibi inanç ve geleneklerini aynı şekilde yaşayan bir şair olarak hicveder, iyi olanı da gösterir. En nihayet, şair şiirleriyle, halkına yabancılaşanlara karşı milleti ve onun değerlerini savunmayı üstlenir.
Şairimiz, kendi dönemine damgasını vuran Allah vergisi şairliğiyle Maraşlının ve bütün ülke insanının yüreğinde yaşayacaktır.