ENVER ÇAPAR
BU TOPRAĞIN İÇLİ SESİ:
ÂŞIK MAHZÛNİ ŞERİF (1943-2002)

     Türk Şiiri Cumhuriyet’le birlikte büyük bir evrim geçirdi. Özellikle 1940’lı yıllarda ortaya çıkan Garip akımıyla gerek biçimsellik gerekse içerik açısından önemli değişimlere uğradı.Şiir algısının değişmesi sonucu, şiirde gelenekten kaynaklanan duyuş ve edanın terk edilerek serbest şiirin imkânlarından yararlanılmaya başlanılması şairlerin farklı söyleyişler aramalarına zemin hazırladı. Kimi şairler de söz konusu akıma bağlı şairlerin dışında kalarak geleneksel halk şiiri doğrultusunda hecenin sağladığı imkânlar nispetinde şiirde toplumcu- gerçekçi bir duyarlığın inşasına gayret etti. Ancak bu akımın o yıllarda geniş kitleler tarafından benimsendiğini de söylemek güçtür. Sadece hece veznini kullanmak bu akımın yaygınlaşmasına yetmedi ve devamlılığı olmadı. Oysa aynı yıllarda kentle henüz tanışmamış kırsal alanlarda özellikle de Alevi geleneğinin yaşandığı bölgelerde âşıklık ve halk ozanlığı geleneği dimdik ayaktaydı. Hele de âşıkların harman Olduğu Sivas, Maraş, Erzincan, Çorum, Erzurum ve Kars gibi bölgelerde birbirinden değerli ozanlar usta-çırak ilişkisiyle bu geleneğin kalıcı ürünlerini vermeyi sürdürüyorlardı.

     1960 ve 70’li yıllara gelindiğinde hece veznini kullanarak toplumcu şiirler yazan şairlerin etkisi silinmiş, buna karşılık köyden kente akının başlamasıyla ozanlık geleneği kentlerde de kabul görür olmuştur. Kuşkusuz bunda toplumcu şairlerin siyasi argümanların dışında kalması, halk ozanlarının ise bu argümanlara sarılmasının payı da yadsınamaz.

     Ancak yine de halk ozanlığının kentte de kabul görmesini sadece siyasi argümanların kullanılmasına bağlamak yanlış olur. Unutmamak gerekir ki, kır insanı kente geldiğinde alışkanlıklarını ve kültürünü bir anda silip atmadı, yanında taşıdı. Kentte karşılaştığı güçlükler, yeni yaşam tarzına uyum sorunu, yoksulluk, dışlanmışlık ve toplumun gündemine yerleşen siyasal mücadele yanında bir de sahip oldukları inancın gereklerini köydeki gibi özgürce yaşamaktan yok sun kalış gibi olumsuzluklar, bu sorunları dile getiren ozanların kentte de tutunmasını kolaylaştırdı.

     İşte o dönemlerde özellikle de Alevi kökenli ozanların revaçta olmaları, şehrin büyük salonlarında geniş kitlelere seslenmeleri ve doldurdukları 45'lik plakların yüksek satış grafiklerinin sırrı burada yatıyor. Geride bıraktığımız yüzyılda özellikle de 60’lı ve 70’li yıllarda büyük Alevi ozanları, aynı dönemde Anadolu’yu bir uçtan bir uca dolaştılar. 20. yüzyılın en büyük ozan ve âşıkları hemen hemen aynı dönemde seslerini duyurdular. Âşık Veysel, Âşık Daimi, Âşık Nesimi, Feyzullah Çınar, Davut Sulari, Mahmut Erdal ve tabii ki Âşık Mahzûni bunların başında geliyordu. Aynı
dönemde belki farklı kültür ve inançtan gelse de siyasal içerikli şiirleri ilgi toplayan Âşık İhsani’yi de bu kervana katabiliriz. Bunların yanı sıra Sünni gelenekten gelen, dinî ve millî motifleri şiirlerinde işleyen Murat Çobanoğlu, Şeref Taşlıova ve Âşık Reyhanî gibi ozanlar da kendi bölgelerinin dışına çıkarak geniş halk kitleleri üzerinde derin etki bırakmışlardır.

     Âşıkları iki ayrı kolda ele almak gerekiyor. Birincisi, geçmişteki büyük ozanların yazdığı nefes ve deyişleri kendi yaptığı müzikle çalıp okuyan âşıklar; ikincisi ise kendi eserlerini çalıp söyleyen âşıklar. Âşık Mahzûni ikinci sınıfa giren ozanlar arasındadır. İlk yıllarında Maksudi (Osman Dağlı)’den okuduğu bir iki eseri saymazsak ölümüne kadar kendisinin dahi hatırlayamadığı sayıda eseri hem yazıp hem okudu.

     Mahzûni Şerif’i diğer ozanlardan ayıran bir başka yönü de iyi bir icracı olmasıydı. Nice ozan vardır ki, eserleri başka sanatçılar tarafından okunarak üne kavuşmuştur. Ancak Mahzûni, hem yazdığı nefesler, hem o nefesleri birbirinden güzel ezgilerle bestelemesi ve bu eserleri Tanrı vergisi etkileyici sesiyle mükemmel bir şekilde icra etmesi nedeniyle haklı bir üne kavuşmuştur. Pir Sultan Abdal ve Şah Hatayi’yi saymazsak eserleri günümüzde başka sanatçılar tarafından en çok okunan Alevi ozanı Âşık Mahzûni Şerif olmuştur.

     Mahzûni’nin bu kadar tutulmasında ajitatif söyleminin de payı büyüktür. Özellikle Alevi yol ve inancının anlatıldığı nefeslerinde diğer ozanların aksine açık, şeffaf ve ajitatif bir söylemi tercih etmiştir. Karizmatik kişiliği de bunu pekiştirmiştir. Ufak tefek boyu, mahcup yüz ifadesi, etkileyici ses tonu ile karşısındaki insanı hemen etkilerdi Mahzûni.

     Asıl adı Şerif Cırık olan Mahzûni Şerif, 1943 yılında Kahramanmaraş’ın şimdilerde Afşin’e, o yıllarda ise Elbistan’a bağlı Berçenek Köyünde doğmuştur. Ozanlık geleneğinin güçlü olduğu Elbistan, Alevi inancının en saygın dedelerinin ve erenlerinin yetiştiği bir bölgedir. Mahzûni’nin dedeleri, Tunceli’nin Hozat ilçesine bağlı Bargeni köyünden çıkmış Anadolu’nun netameli günlerinde oradan oraya savrularak gelip Elbistan ovasını mekân tutmuşlardır. Kalender Çelebi ayaklanması sırasında Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden sökün eden Alevi Türkmenler, Nurhak Dağları’na sığınmış, ancak Osmanlının bu ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastırmasından sonra çevre yörelere dağılmışlardır. Bu nedenle Elbistan Ovası’nda farklı bölgelerden gelmiş, farklı ocaklara mensup Alevi Türkmenler bugün de yaşamaktadır.

     Mahzûni Şerif’in büyük dedesi Seyyid Mehmet’in türbesinin bulunduğu Hasan Köyü de 1800’lü yılların ortasında Sünniliği seçmiştir. Seyyid Mehmed’in ölümünden
sonra aile iki kola ayrılmış. Bir kol, Berçenek’e yerleşerek Alevi inancını sürdürmüş, diğer kol ise Hasanköy’de kalarak Sünni inancı benimsemiştir.

     Okul çağı geldiğinde köyü Berçenek’te ilkokul olmadığı için Elbistan’ın Alembey Köyü’nde bulunan Lütfü Efendi Medresesi’nde Kur’an kurslarına giden Mahzûni Şerif, böylece Kur’an’ı öğrenmiş, ilköğrenimini ancak 1956 yılında köyüne ilkokul yapılmasıyla da ilköğrenimini tamamlayabilmiştir.

     12 yaşından itibaren amcası Âşık Fezali (Behlül Baba)’den saz çalmayı öğrenen Şerif Cırık, Alevi yol ve erkanı ile tasavvuf bilgisini Şakir ve Cırık Baba’dan öğrenmiştir. Cırık Baba, saz çalıp nefesler de söyleyen bu kara kuru mahcup delikanlıya “Mahzûni” mahlasını vermiştir.

     Şerif Cırık bir yandan Mahzûni mahlasıyla deyişler çalıp söylerken bir yandan da Mersin’de Astsubay Okuluna devam eder. 1960 yılında Ankara Ordu Donatım Teknik Okulu’na devam eden Âşık Mahzûni, sonunda ordudan ayrılarak istediği yaşam biçimine kavuşmuştur.

     Artık Mahzûni’nin mekânı âşıkların, ozanların buluştuğu muhabbet sofralarıdır. Ankara’da elinde sazı sık sık usta âşıkların sofralarına konuk olur. İsmini yeni yeni duyurduğu yıllarda, Âşık Veysel ve diğer ünlü ozanlar, büyük bir kitle tarafından tanınıyordu. Mahzûni Şerif, ilk plağı “İşte Gidiyorum Çeşmi Siyahım”ı 1967’de çıkardığında henüz yirmili yaşlarının başındaydı.

     İlk plağına bir sevda türküsü okumasına karşın Mahzûni asıl çıkışını Alevi tasavvufu ve yola ilişkin nefesleri ile yapmıştır. Daha 18 yaşında İmam Hüseyin’e yazdığı mersiyesi karşısında kendisinden yaşça büyük olan ozanların takdirini kazanmıştır. Özellikle de Âşık Veysel’in. Âşık Veysel, her platformda Âşık Mahzûni’ye ilgi göstermiş ve yaşı çok genç olmasına karşın aralarına büyük bir ozanın katıldığını ifade etmiştir. Mahzûni’nin İmam Hüseyin’e yazdığı mersiye 1967 yılında bir muhabbet sofrasında Fikret Otyam tarafından kaydedilmiş ve albüm olarak piyasaya çıkmıştır. Bir senfoni niteliğindeki bu eserden sonra da Mahzûni, tasavvuf konulu deyişler üretmeyi sürdürdü ve asıl ününü bu alanda yaptı. Âşık Mahzûni, geleneksel halk şiirinin kalıplarının dışına çıkan nefesler de yazmıştır.

     Ozanımız serbest vezinde de şiirler yazmış ve bunları “Dolunay’a Tül Düştü” adlı kitabında toplamıştır.

     Mahzûni Şerif aynı dönemde birbirinden güzel sevda türküleri üretmeyi de ihmal etmez.

     Ozanın son yıllarda dillere pelesenk olan ve onlarca sanatçı tarafından okunan “İşte Gidiyorum Çeşmi Siyahım”, “Seher Vakti Elinize”, “Beni Yücelerden Seyreden Dilber”, “Gidiyorum Kara Gözlüm Ağlama”, “Bitmez Tükenmez Geceler” “Kanadım Değdi Sevdaya” gibi ölümsüz sevda türkülerini anmadan geçmek olmaz.

     1960’lı yılların sonunda Mahzûni adı artık tüm yurtta tanınmıştır. Ünü arttıkça çevresi de genişleyen Mahzûni Şerif, giderek toplumsal konularda eser vermeye başlamış, yoksulluk ve çarpıklıklar Mahzuni’nin eserlerine de yansımıştır. Âşık Mahzûni dönemin en gözde ozanı olmasına karşın birçok ozanın aksine bağımsızlığını korumuştur. O, tüm Türkiye’nin ozanı olmayı arzulamış ve hedef kitlesi de toplumun en alt kesimini oluşturan yoksul Anadolu insanı olmuştur.

     Mahzûni Şerif, bu dönemde yazdığı birçok eser nedeniyle soruşturmalara uğradı, hapislere girdi. Ancak belirtmek gerekir ki, Mahzûni’nin bu dönemde yazdığı güncel siyasî içerikli eserleri değil, tasavvuf, aşk, toplumsal konulu şiirleri ile taşlamaları kalıcı olmuştur.

     1990’lardan itibaren Âşık Mahzûni, yeniden çıkış noktasına dönmüş ve tasavvufa meyletmiştir. Bu dönem Mahzûni’nin olgunluk dönemidir ki, en güzel eserlerini bu dönemde vermiştir. Belki o eski coşkulu Mahzûni’yi bulmak zordur ancak eserlerinde bir dinginlik, bir olgunluk göze çarpar. Ozanın son dönemleri olan bu yıllarda daha çok nefesler, semahlar, düaz-ı imamlar ürettiğine ve eserlerinin birçoğunda ölüm konusunu işlediğine tanık oluyoruz.

     Mahzûni Şerif, ilk çıkışından ölümüne kadar eserlerinde ölüm temasını sıkça işlemiştir. Fakat Mahzûni’nin, eserlerinde ölümü işleyiş şekli, bir Ahmet Haşim’den farklıdır. Mahzûni, ne ölümden korkuyor ne de ölümü bir kayıp olarak görüyor. O, ölümü Hakk’a kavuşmak olarak görüyor ve ölümü “hoş geldi sefa geldi” diyerek karşılıyordu.

     Ölümünden sonra çalışma odasındaki masasında bulduğumuz, Niyazi Aslan dedeye yazdığı mektubunda halini şöyle arz etmiş:

     “Özünüz ve cemaliniz kadar aziz muhabbetnamenizi aldım. Söylediğiniz gibi tahammül edilmesi güç bir rahatsızlık geçirdim. Ancak bu yolun benden evvelki bütün yolcuları da aynı akıbete rızalık gösterdikleri için Hazret-i Şah’a karşı isyankâr olmadım. Demek ki, dünyada yapmam gereken bir takım ödevlerim daha varmış ki, Hazret-i Şah bu kuluna kıymadı ya da huzuruna kabul buyurmadı. Sizlerin himmet ve duasıyla bu günahkâr canımı yeniden taşımak zorunda kaldım. Hak sizlere zeval vermesin, Ehl-i Beyti ve insanlığı seven her canın belası bana gelsin. Ben hakkıma düşene razıyım. Ben dilerim ki, huzur-u Ali’de hiçbiriniz benim yakamdan tutmayasınız. Kâinatın mirası Ehl-i Beyt’e kalmıştır, Ehl-i Beyt’in mirası da ariflerin
kâmillerin malıdır. Yeniden hastaneye yatacağım galiba. Ümit görürlerse ameliyat edecekler. Şayet ameliyat masasından bu dünyaya dönmemek üzere gidersem lütfen haklarınızı helal ediniz ve bu fakiri unutmayasınız.”

     Yaşamı boyunca hep bir derviş gibi yaşadı. Her zaman mahcup ve alçakgönüllü tavrını korudu. Bir çocuğun bile karşısında konuşurken yüzünü yerden kaldırmadı. Bazen beş yaşında bir çocuk bazen asırları devirmiş bir bilgenin kimliğine büründü. Aynı zaman diliminde hâlden hâle girerdi. Bir yanı hep çocuk kaldı. Onun bu çocuksu ve saf yönü çevresindeki dostlarını güldürürdü. On binlerce hayranı olmasına karşın kendisini bir sanatçı gibi görmeyip, Şakir ve Cırık Baba’nın dizi dibinde saz çalıp nefes söyleyen mahcup Mahzûni olarak bildi.

     Yaşı ve statüsü ne olursa olsun herkes ona saygı gösterir “Baba” derdi. El öptürmez ama el öperdi. Mürşitlere, kâmillere sonsuz bir saygı duyardı. Saygı duyduğu bu insan-ı kâmilleri sık sık ziyaret eder, himmet dilerdi.

     Mahzûni’nin yaşamında saygı duyduğu kişiler arasında Şakir ve Cırık Baba ile onu yetiştiren elh-i kâmiller vardır.

     Elbistan yöresinde çok büyük saygı halesi oluşturan Pulyanlı Elif Ana’ya sevgisinde de kusur göstermemiş olan Mahzûni; her yönüyle bu toprağın kokusunu yansıtmıştır şiirlerinde. Onun için toprağın içli sesi olarak hatırlanmayı hak etmiştir denilebilir.