DURAN BOZ

SEZAİ KARAKOÇ’UN HATIRALARINDA
KAHRAMANMARAŞ

    Hatıralar; insan hayatının dip akıntılarıdır! Acıları, sevinçleriyle yer tutarlar bellekte.

    Sezai Karakoç; hatıralarını yazmasının gereğini temellendirmek için; hayatın lirik ve trajik yönlerine işaret eder. Kendi bakış açısını da ortaya koyarak; hatıralarını Diriliş Dergisi’nde yayımlamaya başlar. Bitirmeden de durdurur, hatıralarının yayımını sürdürmeyi.

    Elbette kolay değildir; geçmişi yeniden hatırlamak. Onca olanlar içersinden bir seçmece yapabilmek!

    Döneminin tanığı olmak adına belleğinin derinliklerinde biriktirdiklerini yeniden hatırlamaya çalışır. Kendisine acı verse de, deneyimlerinden başkalarının da yararlanmasını önemser. Hatıraları; her bakımdan hem çağın anlatılışı, hem de kendi özel biyografisidir. Sezai Karakoç hatıralarının başlangıcında;

    “Biyografiler, tarihin atomları gibidir, bu bakımdan gereklidir. Ancak, her hayat, sonsuzcasına zengindir; onu tümüyle vermek mümkün değildir. Belki, belli bir amaçla, olaylar ya da yaşantı parçaları arasında bir ayıklama, bir seçim yapmak gerektir.”

    “İnsanın kendini anlatması, şehirleri anlatmak, toplumu anlatmak, çağı anlatmak demek. Nice geçmiş zaman insanlarının hatıralarını ya da hayatlarını yansıtan kitapta belki de çalakalem geçilen birkaç satırın, o günün toplumunu anlatmak açısından ne denli önem taşıdığına hep şahit olmuşuzdur. Bugün için önem verilmeden rasgele kaydedilen bir not, yarın belki de büyük bir önem kazanır. O bakımdan şüphesiz otobiyografiler, her vakit değer kazanabilecek belgelerdir.”

    “Geriye dönmek belki kimileri için çok zevkli bir uğraştır. Ama benim için hiç de öyle değil. Baştan beri bir daha yaşamak demek olan hatıraları gözden geçirmek, ateşten bir azab demek benim için. Ama
öyle de olsa tecrübelerimizden yararlanacak olan birkaç kişi çıkacaksa, bu azaba katlanmağa değer.

    Geçmiş çok azizdir bende. Fakat onu yeniden yaşamak, ıstırap kaynağı. Hele onu anlatmak, daha da beteri.

    Her şeyi anlatmak imkânsız. Anlatılsa da inanılması imkânsız. Bu bakımdan ne kadar çıplak anlatılırsa anlatılsın hayat, hatıratta kelimelerden örülü bir giysi içinde verilecektir. Hayat, en ılımlı, hayat vahşi ve yırtıcıdır. Ama en yırtıcı hatırat bile yansıttığı hayatın yanında ılımlı ve ehli kalır.

    Hayat hikâyemi çok genel ve kuşbakışı çizgilerle, ana şemasıyla öz bir şekilde yazmak istiyorum.”

“Hayat, liriktir evet. Trajik olduğu kadar mutluluk dokusu da taşır. Bazan kopuk kopuk, kesik kesiktir. Bazan bir ırmak gibi ve akıcıdır. Sonra, belki bir gölde, bir denizde kaybolmaktır nasibi ırmağın. Ya da bir bataklıkta ve çölde. Ne olursa olsun, değil mi ki, o ırmak, dağlardan doğdu, kuşlar gibi şakıyarak kayalardan kayalara düştü, taşların üstünden sıçraya sıçraya ovaya indi. Ovada sakin sakin aktı. Meyve ağaçlarını selâmladı ve kucakladı. Yazı ve güneşi, bir rüya gibi yaşadı. Suyunu içtiler ırmağın, insanlar ve hayvanlar, kuşlar, kanatlı kanatsız böcekler. Ve balıklar yaşadı içinde hür olarak tutuluncaya kadar insanlarca.

    Ve ırmak da ölümlüdür. Bir gün, onun da hayatı ya kendinin büyüğünde, ya ırmaklar ırmağında, ya daha büyük olanda, denizde, ya da zıddında, onu içende ve yutanda son bulacaktır. İnsan ömürlerinin toplum içinde, ya da tarih periyotlarında eriyip kayboluşu gibi.”

    “Öyle, diğer bir çok yazar, şair gibi İstanbul’larda, tanınmış yazar, bilgin, şair ya da devlet adamı (paşa vb.) bir aileden gelme olarak doğmadım. Anadolu’luyum; Güney Doğu Anadolu’danım. Ailemiz, halkımızın içinde diğer aileler gibi bir aile. Ama yine birçok ailede olduğu gibi, bu sadelik, bir görünüşten ibaret.

    1933 yılı baharında Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde dünyaya geldim. Annemin deyişiyle “gülan ayında bir gün”de. Gülan, mayısın eski adı. Mayıs, bizim çocukluğumuzda halk diline yeni yeni giriyordu. Eskiler; gülân derlerdi, yani “güller”. Gülün açıldığı ay anlamına.”

    “Evet, yıkılmış ve yeniden doğmaya çalışan bir toplumun, bir kültürün, yıkılmış, yeniden yapılan bir şehrin (Ergani’nin), ve savaşın, siyasî, sosyal, ekonomik yıkıntıların içinde doğrulmaya çalışan bir ailenin bir ferdi olarak, Zülküfül Dağı eteğindeki o küçük kasabada, mayıs ayı başlarında bir gün dünyaya geldim. Üç yıkılmışlık içinde bir dünyaya geliş yani.”

    “Evet, dört yıkılmışlık içinden geliyorum. Biri, Çağın yıkılışı.”
    “İkinci yıkım, ülkemizin, devletimizin, milletimizin, toplumumuzun yıkılışıydı. Çağın yıkılışı bu toplum yıkılışını da doğurmuştu.”
    “Üçüncü yıkım, doğduğum şehrin, Ergani’nin yıkımıydı.”
    “Dördüncü yıkılmışlıkla da, biraz bu üç yıkılmışlığın, çağ yıkılmışlığının, ülke yıkılmışlığının ve şehir yıkılmışlığın sonucu olarak, bir çok aile gibi, ailemizin geçirdiği krizlerle çalkanışını anlatmak istiyorum.”
    “Eski Ergani, bugünkü gibi, Dağın eteğinde değil, sırtında idi denebilir. Daha eskisi de kale içinde ve dağın tepesinde. Kale içi, daha sonra sırta ve yamaçlara inen Ergani’nin bir parçası olmuş.
    Dağ dağ diyorsam, yüksek ve büyük bir dağ olarak düşünülmemeli; ama biz Erganililer için o güzel, muhteşem ve alımlı bir dağdır.
    Mistik bir bağ vardır dağla aramızda. Arafat Dağı’nın, Tûr-ı Sina’nın bir örneği gibidir kasabamızda.” der.

    Sorumluluk sahibi olabilmek; insanın kendisine karşı, milletine karşı dürüst olmasıyla mümkündür. Acı çekmeden, çileye gönüllü olmadan bir şey üretilemiyor sonuçta. Cefa çekmeden; sefası sürülecek bir ömre talip olmak, her yönüyle ucuzculuğun daniskasıdır.

    Çileyi ömrünün bileyeni yapan Sezai Karakoç; hatıralarında çocukluk hafızasını yoran meşakkatli günleri dinledikleri kadarıyla anlatır. Yokluk yıllarının, yoksunluk yıllarının dinleyicisi bir tanık olarak; acıların, hasretlerin, gurbetlerin içe işleyen travmasını yaşar. İlkokul yıllarından beri yüzleştiği mahrumiyetler kişiliğinin ayrılmazı olur git gide.

    Sezai Karakoç’un Ergani’de başlayan okulluluk hâli; sınavlar içinde sınavlardan geçirilmesiyle Maraş’ta sürer. Ondaki Anadolu düşüncesinin ateşleyeni de Maraş olur. Babasından dinlediği esaret günlerinin acısını, özgürce bağlandığı inanç ilkelerinin apaçıklığıyla dindirir.

    İlkokulu Ergani’de bitiren Sezai Karakoç; şartlar gereği parasız yatılılık sınavlarına girer. Sınav sonuçları açıklandığında ise Maraş’a gitmesi gerektiği anlaşılır. Annesinin, babasının dualarıyla bir gece vakti uğurlanır. Trenle başlayan yolculuk, bir kamyonun sırtında Maraş’ta sona erer. Günlerden çarşambadır. Alelacele bavulunu Maraş Ortaokulu’nun yatakhanesine bırakarak derse başlatılır. Biraz şaşırmıştır, bu aceleyle derse girdirilişine. Yeni bir mekânda, yeni insanlarla karşılaşmanın heyecanı vardır üzerinde. Ama çabucak ısınır sınıfa, sınıf ortamına. İlk dersten itibaren zekâsıyla da dikkatleri üzerine çeker. Aldırmaz şehre yeni gelmişliğine, yabancılığına.

Diriliş Dergisi’nde yayımlanan hatıralarında;

    “Muamelelerimizi tamamlayıp Maraş’a hareket ettik. Bizi Maraş’a vermişlerdi. Gece vakti elinde fener babamla annem gözleri yaşlı beni uğurladılar. Yün yüklü bir at arabasındaki çuvalların üstüne çıkarak istasyona gittim. İstasyonda son kez Ergani’nin sönük ışıklarına (elektrik yoktu) bir göz atıp trenin üçüncü mevkiinde yola çıktım. Gölcüğe kadar tünelden tünele geçerek gittik. Gölcük, gördüğüm ilk büyük su. Yolçatı, Malatya, Gölbaşı, nihayet Maraş’ın Eloğlu (bugünkü adı Türkoğlu) istasyonuna indik. Bu kez arkası kapalı bir kamyonun sırtında saatlerce gidip Maraş’a vardım. Yirmi dokuz kilometre olan bu yol o zamanlar çok uzun sürerdi. Artık bundan sonra bu yolda yıllarca gidip gelecek, bu tren yolculuğunu yapacaktım.”

    “Maraş’ta kamyon sırtından inip ortaokul binasına girdiğimde bavulumu alıp yatakhaneye bıraktılar. Sonra idareye götürüldüm. Bir müdür muavini beni hemen derse soktu. Bir çarşamba günüydü. Üçüncü dersti. Ders matematik dersiydi. Bir sıraya oturdum ve dersi izlemeye başladım.” diyerek Maraş günlerinin başlayışını anlatır.

    Gazavatnameler, Battal Gazi Destanı, Eba Müslim-i Horasani’nin savaşları, Hz. Ali cenkleriyle beslenen çocukluk belleği; Maraş’ın Fransızlardan kurtarılışı ve Sütçü İmam anlatılarıyla zenginleşir. Maraş’ın işgalden kurtarılışına ilişkin anlatılanlar; ondaki dikkat bilincinin uyarılmasına katkıda bulunur: Uyarılan bağımsızlık ruhu kamçılanır git gide.

    ‘Süt ve Tabanca’ başlıklı yazısında da; Fransızlara karşı verilen savaşın aslında mistiksizliğe, metafiziksizliğe karşı verildiğini vurgulayarak; bu savaşın temelinin Süleymaniye kadar sağlam olduğunu belirtir. Evvelemirde Anadolu bütününün Maraş’ta özetlendiğini vurgulayarak;

    “Maraş’ın kurtuluşu sadece bir reaksiyon değildir. Sütçü İmam’ın süt maşrapasını bırakıp tabancasını doğrulttuğu yön, sadece Fransız değil, onun arka plânındaki mistiksizliktir, fonundaki metafiziksizliktir.

    Süt ve tabanca… İşte Maraş budur, Anadolu budur.
    Maraşlı, bayrak, kaleden indirilince cuma namazının kılınamayacağını bilir. Bayrakla cuma namazı arasındaki kopmaz alâkayı bilir. Bu savaşın temeli çok sağlamdır, Süleymaniye’nin temeli gibi…” tespitini yapar.

    Böylesine ağır, özel amaçlar yüklediği Maraş’ta çıngılaşır; okumak, yazmak eylemi. Doğu’dan Batı’ya evirilen okumalarıyla çelişkilerin yeraltı manzarasını didikler. Onun için Maraş; bir diriliş ve direniş çekirdeği olma durumuyla hafızasındaki yerini alır.

    Kendi deyişiyle çocuk ruhunun ateş aldığı yer, Maraş olur. Rüyalar içinde cıvıldaşan çocukluğunun uyaranı şehre; bu şehrin destanlaşan mekânlarına, derinliğe aday dünyasının parlamasının sebeplerine atıfla; “Maraş, çocuk yüreğimin ateş aldığı yer. Belki ondan önce rüya âlemi gibi bir iç dünyanın sahibiydim. Derinliğe aday bir dünya. Bu, Maraş’ta alev aldı denebilir. Uzunoluk Hamamı ve yanındaki acemice anıttan Sütçü İmamın, çarşaflı kadınlarımıza sarkıntılık etmek isteyen fransız askerlerine ateş etmesinin birkaç çizgiyle canlandırılışı, kalede sallanan bayrağın hikâyesi, Maraş’ın kurtuluş hikâyesi, adete, her an canlı bir hatıra olarak, hüzün dolu gönlümüze bir avuç umut ve hareket tohumu saçan bir ilâhî lütuf rüzgârı oluyordu.” açıklamasını yapar.

    Okulu, okulda karşılaştıkları güçlükleri de hatırlamadan duramaz. Maraş Ortaokulu’nun zamanın bütün zorluklarını yansıttığını hafızasına nakşeder. Taştan yapılma binanın; kaloriferli olmasına karşın ısınma sorununun sobayla çözülmeye çalışıldığını, sobanın iyi çekmemesinden dolayı sınıflarının duman içinde kaldığını görerek;

    “Maraş Ortaokulu yabancıların kolej olarak yapıp Cumhuriyetten sonra terkettikleri bir binaydı. Büyük bir taş bina. Kaloriferliydi. Herhâlde Maraş’ta tek kaloriferli bina o idi. İlkokuldayken kaloriferi duymuştuk, ama bir efsane gibi bir şeydi bizim için. İlk gördüğüm kaloriferli bina, Maraş Ortaokuludur. Ancak bu kalorifer yanmıyordu. Üç yıl içinde bir kez bile yanmadı. Dediklerine göre borularda suyu dondurmuşlar, o da radyatörleri çatlatmış. Bu yüzden yanmıyormuş. Sınıflarda soba yakılıyordu. O da, çoğu kez, iyi tütmediği için, sınıf duman içinde kalırdı.” der.

    Maraş’ın fiziksel olarak kuruluşuyla ilgili gözlemlerini de hatıralarında aktarır. O günkü hâliyle Maraş’ın geçit resmi zihnindeki canlılığını yitirmez hiç. Ahır dağlarında çeşitlenen tipisiyle, poyrazıyla, fırtınasıyla Maraş; hatıralarının bitip tükenmeyen hazinesi olur. O günlerin Maraş’ını;

    “Maraş, bir yamaca kuruluydu. Önünde büyük bir ova uzanıyordu. En aşağıda gümüş bir çizgi hâlinde Aksu görülüyordu. Maraş’ın arkasında ise, bir duvar gibi, Ahır dağı yükseliyordu. Kışın, fırtına olduğu zaman, Ahır dağının tepesinde tipi kopardı. Karlar o kadar yükselirdi ki, başlı başına görülmeye değer bir manzara olurdu bu. Fırtına eserse, şehrin üstünde olan Okul’a, Maraşlı öğrencilerin gelmesi bayağı bir problem olurdu. Yirmi öğrenci elele tutuşup ancak gelebilirdi. Okulun yanında da Vali Konağı vardı. İkisinin arasında dar yoldan öyle günlerde çocukların çıkması gerçekten güç bir işti. Bizse, yanmayan sobalar sebebiyle, doğrusu, oldukça üşürdük.” gerçekçiliğiyle gözler önüne serer.

    “Maraş’ta lise yoktu, sadece bir ortaokul vardı. Okulda hem gündüzlü, hem de yatılı öğrenci vardı. Yatılılar da paralı, parasız diye ikiye ayrılıyordu (Eski deyişle, gündüzlülere nehari, parasız yatılılara leyli meccani deniyordu). İki bina, tahta bir geçişle bitiştirilerek, okul oluşturulmuştu. Okulun büyük bir bahçesi vardı. Bahçede çınar ve zeytin ağaçları bulunuyordu. İlk defa zeytin ağacını da orada gördüm. Memleketimde zeytin ağacı yoktu. Zeytin ağacı, yemiş verdiği zaman bir iki tane ağzımıza attık. Acı zehir gibi bir şeymiş. Meğer, yenecek hâle gelmesi için nice işlemden geçiyormuş zeytin. O zaman söylediler, öğrendik.

    Türkiye’nin her tarafından parasız yatılı öğrenci gelmişti Maraş’a. O zaman, Türkiye’de parasız yatılı pansiyonu olan okul az sayıdaydı.” diyerek anlatır.

    Yaklaşıldıkça mahremiyetini ele veren şehirde; Ahır dağlarının heybetli duruşunu ve Maraş’ın ortasından akan Kanlı Dere’ye ilişkin anlatılanları özümser. İçten bir yaklaşımla; gündelik olanla, tarihsel olanı anılarında kaynaştırır. Maraş’ın bir dağ kasabasını çağrıştıran yerleşimiyle Kanlı Dere hikâyelerinin yeraltı çağıltısını tutan yazar;

    “Maraş, o günler, Ahır dağı’nın yamacına yaslanmış büyükçe bir dağ kasabası görünümündeydi. Tam ortasından akan, derin yataklı bir dere, ismi gibi birçok kanlı olaylara sahne olmuştu geçmişte. Kanlı Dere’nin iki yakasında bir vakitler bayağı savaşlar olduğu rivayet ediliyordu. Dereye kanlar içinde başlar yuvarlandığı için onun bu ismi aldığı eklenirdi söylenenlere. Beyler, ya da derebeyleri arasındaki kavgaların kızıla boyanan şahidi imiş Kanlı Dere.” diyerek şehrin geçmiş zamanını kavrama arayışını sürdürür.

    Anadolu’da; Şehirlere istikamet kazandıran, şehrin mayasını yoğuran yapılar vardır. Zamanın sarsan dayatmalarına karşı dimdik dururlar. Âdeta gökte yapılıp yere indirilmişlerdir. Karda, kışta, boranda kendiliklerini kaybetmezler. Şehirlerde yön bulmamıza yarayan Ulucamiler, Kapalı Çarşılar, usta ellerce sevimlileşen bezzazlık, bakırcılık, ağaç işçiliği gibi zanaatları öğrenen, öğreten ustaların mekân tuttukları çarşılar; Anadolu ruhunun içten dışa yankılanan çavlanlarıdır. Kalesiyle, Ulucamisiyle, Bakırcılar Çarşısı’yla Maraş da derinlikli yapıların, ince maharetlerin yatağıdır. Görene göz, dinleyene güç katan bu yapılarla da hatıralar harmanını önümüze seren Ulu Şair;

    “Kalesi, Ulucami, Bakırcılar Çarşısı, bize Maraş’ın eskiliğini hatırlatıyordu. Türkiye’nin en iyi bakır işlenen yerlerinden biriydi Bakırcılar Çarşısı.” diyerek ilham perilerini koşturacak şehrin yapıtaşlarına hayranlıkla bakar.

    Her mevsim bir başka güzellikle iner şehre. Güneşin ve gökyüzünün toprakla kucaklaşan bin bir letafetini kondurur evlere. Baharda şırıl şırıl akan sularıyla, sonbaharda kehribar taneli üzümlerin saltanatı başlar evlerde, çarşılarda. Her mevsimi bambaşka güzellikler armağanına doyurulan bu şehirde; şair olunmaz, yazar olunmaz da ne olunur acaba? Sezai Karakoç bu güzelliklerin gökkuşağını;

    “Baharda, Maraş’ın her yanından sular akmaya başlardı. O zaman, genellikle toprak yokuşlar olan yollarda, ufak ufak su kaynakları, berrak bir çizgi hâlinde aşağı doğru akarlardı. Ahır dağlarının eriyen karı böylece Maraş’ta binbir kaynağa dönüşürdü.”
    “Sonbaharda, bu kez üzümün zaferi kaplardı çarşıyı. Kehribar taneli üzümlerin saltanatı vardı. Yaylalardan gelen buz gibi üzümler.” diyerek yazıya döker.

    Kendi dünyasında yaşar Maraşlı. Hayat karşısındaki tutum alışı dışardan bir bakışla anlaşılamaz. Hüzün okunan bir şeydir Maraşlının yüzünde. Yaklaşılmadıkça kendiliğini ele vermez. Çocukla çocuklaşan yiğitliğinin, delikanlılığının görünüşünü kem gözlere karşı korur. İvecendir yapıp ettiklerinde. Hesap kitap işi olmayan dünyaların adamıdır her bakımdan. Dikkatli bir bakışla okunabilir ancak Maraşlıdaki iç derinlik. Söz konusu özellikler Sezai Karakoç’un hatıralarında;

    “Maraşlı; şakacı, güleryüzlü, çocukla çocuklaşan, daha doğrusu çocuklaşmak için adeta bahane arayan, yiğit, gönlü temiz bir halk insanıdır. Fazla hesap kitaba yanaşmaz. Sık sık “abov!”larıyla hayretini tatlı bir şekilde belli etmeyi sever.” denilerek vuzuha kavuşturulur.

    Her Anadolu şehrinin gözcüsü, gözetleyeni vardır. Aymazlıklara, haytalıklara karşı şehri ve şehrin sakinlerini uyanık tutma görevini yerine getirirler. Mekânın şehirleşmesindeki öncelikli katkı da onlara aittir.

    Seller, tufanlar olsa da sorumluluklarının gereğini yerine getirirler. Onlar ki Anadolu şehirlerinin ruh kahramanlarıdır. Bu anlamda Ukkâşe bin Mihsan ile Malik bin Eşter de Maraş’ın ruh mimarlarıdır. Ondandır, Ökkeş ve Ejder isimlerinin Maraş’taki yaygınlığı! Başka nedenler aramak safdillikten öteye geçmez. Sezai Karakoç şairane anlatımıyla
Maraş’la ilgili anlatısını;

    “Aşağıda, ovada, Malik Ejder’in türbesi, bir tepenin ucunda, manevi bir işaret kulesi gibi, bütün görüntüyü anlamlandırıyordu. Maraş’ta üç isim en yaygın isimlerdir. Memmed, Ökkeş ve Ejder. Biri Peygamber Efendimizin adı olduğu için, diğerleri de iki sahabe adı olduklarından yaygındılar. Ükkâşe ve Malik bin Eşter adlı sahabelerdi bu iki sahabe.” hatırlatmasıyla bitirir.
    Ruhun evvel baharına yaklaşılmadan; kardan, kıştan, kıyametten uzaklaşabilir mi insan?

    Anadolu ruhunun ateş aldığı yer burasıdır işte. Gözcülerin seslenişine dikkat kesilme noktasıdır. Ufuk açıcı ruh mimarlarının mihmandarlığına yöneltmektir duyargaları! Paslanmaktan, kirlenmekten azade kalma kapısına çevirmektir kalpleri. İnsan olma, insan kalma fiyakasının burçlarına tırmanmaktadır asıl olan gerçek. Yorgunlaşmamak, canlara can katmak pahasına üstlenilmesi gereken sorumluluğun gereği de budur sonuçta.

    Ortaokul birinci sınıftan itibaren anılarında belirttiği üzere okuma etkinliğini de sürdüren Sezai Karakoç; Arapçayı ve Farsçayı öğrenmenin yollarını araştırır. Kendi kendine çalışır Arapça ve Farsçaya. Evden getirdiği kitaplarla gizliden gizliye yürütür çalışmalarını. Bir kısım yazarlardan seçmeleri de ortaokulun ilk yılında okur. Bunları hatıralarında şöyle anlatır:

    “Evden götürdüğüm birkaç kitapla da, yine gizli gizli kendi kendime arapça ve farsça çalışıyordum. Osmanlı devrinde herhâlde ortaokul kitabı olarak hazırlanmıştı bu kitaplar. Çünkü: o zaman, arapça ve
farsça dersleri mecburi derslerdi. Ben de evde bulup da yanıma aldığım o kitaplardan “emsile”yi ezberlemiş, farsçamı da oldukça ilerletmiştim. Bir yandan da daha çok Tanzimat ve meşrutiyet dönemi yazarlarının yer aldığı bir iki eski seçmeler kitabından M.Akif’in, Namık Kemal’in, Abdühak Hamid’in, Süleyman Nazif’in, Tevfik Fikret’in, Ziya Gökalp’in ve diğerlerinin şiirlerini, yazılarını okuyordum. Okul kitaplarıyla yetinmiyordum, Okuduklarımla da güçlenen, din, millet ve vatan sevgisi, yüreğimi dolduran yüce duygulardı o yıllarda.”

    Tatil olmadan daha sınıfı geçtiği belli olunca yaz tatili için Ergani’ye döner. Savaş bitmiş, atom bombası kullanılmıştır. Gazetelerin ilk sayfalarında, savaşın bittiğine dair haberler yer alır. Büyük bir heyecan vardır herkeste. ATOM yazısı, gazete sayfalarının yarısını kaplayan bir haberdir artık.
    “Karikatür dergilerinde önceleri bol miktarda yahudi fıkaraları varken, zaman içinde bunlar yavaşça Hitler fıkralarına dönüş”ür.

    Okullar başlayınca tekrar Maraş’a döner. Üç yıl boyunca yazları Ergani’de, okul dönemlerini de Maraş’ta geçirir.

    Bu arada Maraş’ın Fransız işgalinden kurtuluşu törenlerini de izler. Kutlamalarda, şehrin Fransız işgalinden kurtarılışının adeta yeniden canlandırıldığını görür. Ahmet Hamdi Tanpınar, Hasan Reşit Tankut, Kazım Karabekir gibi milletvekilleri de katılırlar 12 Şubat kurtuluş törenlerine.

Bu yıllarda;
    “Geceleri, ders ve ders dışı çalışmalarım sürüyordu. İslâm klasikleri de öbür klasikler arasında yayımlanmaya başlamıştı. Harçlığım çok sınırlı olmakla birlikte kitap alıyordum. Attar’ın pendnamesini yemekhane nöbetinde okudum. Bir arkadaş, evlerinde çok eski kitaplar olduğunu söyledi. Evine gittik. İnsan boyuna yakın büyüklükte tefsirler vardı (her hâlde el yazmasıydı). Bir Mesnevi şerhi, bir de farsça öğreten bir kaç kitap aldım. Mesnevi Şerhinde hem metin, hem lugatlar, hem anlam, hem de açıklama vardı. Bu benim için yararlı oldu. Adeta Mesneviyi anlamaya başlamıştım. Ortaokulda ikinci sınıftaydım. Çok erken bir uyanmasıydı bu zihnimin. Ziya Gökalp’le ilgili kitaplar okuyordum. İsmail Habip Sevük’ün kitabını okuyordum. Sarıklı İhtilalci Ali Süavi adlı kitabı bulmuştum o ara ve okumuştum. Arif Nihat Asya’nın “ Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor” adlı kitabı da yeni çıkmıştı o sıralar; onu okumuştum. Bir sınıf kütüphanesinde Carlyl’ın “Kahramanlar”ını bulmuş ve okumuştum.” diyerek okuma çalışmalarını anlatır.

    O yıllarda; Hakka Doğru, Tanrı Kulu, İslâmiyet, Sebilürreşat dergilerinin yanı sıra Orhondan Sesler, Altınışık, Kızılelma dergileri de yeni çıkmaya başlayan dergilerdir.

    Necmettin Hâlil Onan’ın divan şiiri antolojisinden birçok divan şairinin şiirlerini yine bu yıllarda ezberler.
    Bir üst sınıftaki bir öğrencinin defterinden ve kitaplarından da halk şiiriyle ve birçok şiirlerle tanışma imkanına kavuşur.

    Güz; ayrı bir şölen olarak başlar Maraş’ta. Güz mevsiminin rengârenk cümbüşünü hatıralarında anlatan Sezai Karakoç;

    “Güz mevsiminde, Maraş, damlarına kırmızı biberler serilmiş, çınlayan gün ışığında parıl parıl yanarken, bir yandan İslâmla haşir neşir olma, bir yandan ders, bir yandan da dergiler ve şiirler, kitaplar, arapça, farsça, ve fransızca çalışmaları içinde geçiyordu ortaokul yıllarım.” kaydını düşer.

    Ortaokul ikinci sınıftayken Türkçe öğretmeni tarafından tespit edilir: geleceğin mütefekkiri, Ulu Şairi. Bu bilge Türkçe öğretmeni; Arif Nihat Asya’nın öğrencisidir. Sezai Karakoç; ilk şiirini de ortaokul yıllarında yazar.

    Namık Kemal’e dair verdiği konferans ve Hürriyet Kasidesini ezberden okuması “koca filozof” namıyla anılmasını beraberinde getirir.
    Bir cumartesi günü çarşıda gezerken “Bir nar-ı beyza” gibi çıkacağı müjdelenen “Büyük Doğu” afişiyle bilinci aydınlanır adeta.
    “Serdengeçti”ler ve “Büyük Doğu”lar zihninin kurucusu olmaya namzettir.

    Bundan sonrası Gaziantep’te başlayan lise yıllarıdır artık.