ERDOĞAN AYDOĞAN
TOHUM

    Necip Fazıl Kısakürek’in “Tohum” adlı piyesi işgal yıllarının Maraş’ında geçer. Vaka, direnen Anadolu’nun yüzü olarak Maraş’ı ve özü gür insanların adı olarak da Maraşlıları merkez alır. Oradan bütün bir coğrafyanın kurtuluşu ve milletin ruh kökünün diriltilmesine gönderme yapılır.

    Eserin birinci perdesinde, Maraş yakınlarında bir hanın sofası, ikinci perdesinde de eserdeki kahramanlardan Reis’in Maraş’taki meyhanesi tanıtılır. Eserde; mekâna ait Maraş fotoğraflarının yerine daha çok karakter tahlilleri, ruh portreleri görülür.

    Tohum’da Maraş özelinde Anadolu ruhu, Anadolu’dan bir cihan devleti çıkaran ruh kökü açığa çıkarılır. “Mahrem benliği fikirlerinde, fikirleri aksiyonlarında ve aksiyonları memleket müdafaasında gizli bir şahsiyetin deseni” çizilir. Bu desende sır, öz bilinç, aklı yerinden eden aziz fikir çilesi, hareket-düşüncenin taçlanması- ve ulu bir amaç vardır: memleket sevdası.

Tohum;
Yaşamaya dair umudumuz.
Anadolu’nun/Maraş’ın işgali sırasında çorak toprağın bağrına saçtığımız ümit, bestelediğimiz türkü…
Bir han sofasına serdiğimiz bohçamız…
Buraya ve burada olana dair…
Han;
Nice gurbeti koynunda emziren, nice hasretin duvardaki askısı…
Haberin doğduğu, haberin öldüğü; yolların sesini sesimize kattığımız ev…
İnsan burada, ocak başında kurduğu düşlerinde konukluğun sıcaklığını, mekânın emanet oluş duygusunu perçinler… İşte hayat, kesik bir soluk, yarım bir nefes handa…

    Hancı ile Yolcu, akıp giden hayata dair söyleşir. Bu söyleşi dolambaçlı yolları işaretlemez. Dünyada kalış yiğitçe bir duruşla adlandırılır. Her türlü meydan okuma, önümüze duracak dağlar, kendinden geçmeyle aşılır. Candan geçilerek korkusuzluğun, dünyaya ait olana eyvallahsızlığın damarından tutulur.
“Erkeksen filan saatte, filan yere …” bir tuzak sözdür, bilinir; ama yine de gidilir.

    Anadolu’nun yiğit duruşu, Maraşlının şahsında abideleşir. Korkulara yabancı olmak, meydan okumalara prim vermemek, burçlarda bir bayrak gibi onun hayatında yerini alır. Ceylanlar su başlarında ney çalınarak avlanır, dünyanın en güzel gözlerinden yaşlar boşanırken bu içli sese avcılar tüfeklerini çevirir, rahatça nişan alır.

Mukaddes bildiğimiz şeyler ökselere serpilir… Artık sırtımızdan vurulmak bir taşa ateş etmek gibi olur. Düşman bizim bu tarafımızı bizden iyi bilir. Ruhumuzun ateşi gözümüzü kör ettiği için biz bu tuzağa düşeriz, düşeceğimiz için düşeriz. Yiğitliğin son basamağında seyircisiyle beraber düşmanını da kendisine hayran bırakarak, ölümü öldürerek gidilir. Düşmanına diz çöktüren, düşmanın ruhunu yenilgiye uğratan bu eylem binleri diriltir. Baharla her tarafta çiçek olur.

    Anadolu ruhunun kendini ortaya çıkardığı abide Ferhad Bey’dir. En soylu kan ondadır. Beş yüz sene evvelki babasını herkes, onun kadar tanımaktadır. Varlıkla yokluğun ince bir çizgi, bir zar aralığında olduğu ölümcül zamanlarda Anadolu tüm asaletini Ferhad Bey’de toplar. Ferhad Bey, yiğittir, bilgedir; bilgilidir. Şehrin asil ruhunu taşıyandır. O bir özgürlük sevdalısı, vefa timsali, esiri olduğu aşkını, esir edebilen derviş gönüllü yücelik örneği; en eski zamanların rüzgârla gelen kahramanıdır. Ferhad Bey, Maraş’ın umududur; Maraş, tüm Anadolu’nun…

    İstanbul’un fes ve kalpak seçilmeyecek kadar yabancı millet üniformalarının kasketleriyle dolduğu, Yunanlıların İzmir’e çıktığı zamanda, hakikat hâlindeki ölümü cebine koymuş Maraşlı, asil ruhumuzun özgürlük çığlığıdır. Dört bir yanda yakılmış kurtuluş ateşlerinin en harlısı; en önde olanıdır.

    Pazarlığa gelmez iki hasletimizden biri özgürlüğümüz ise diğeri de iffetimizdir. Hanım, hayatının baharında erini genç yaşta hem de evliliğinin gün doğumunda kaybetmiş bütün Anadolu gelinleri gibidir. Acısını yüreğine akıtmış, çelikleşen sabrıyla dimdik ayaktadır. Hiçbir acı onun gözlerinde yılgınlığa, ümitsizliğe; hiçbir kayıp yalnızlığa dönüşmez. Kocası öldürülen kadın bu sefer Ferhad Beyin öldürülmesi için kaçırılır. Bilinir ki en kuvvetli yanımız aynı zamanda en zayıf yanımızdır da. Kadınları tutsak iken erkeklerin canlarını emniyette tuttukları, hiçbir Anadolu köşesinde hikâyeleşmemiştir; Maraş’ta da hikâyeleşmez. Irzımızla oynanacak oyun yoktur, erkeklerimizi gerektiğinde teslim edebiliriz ama namusumuzu asla!

    Hanım, yalnız bedeninin rahatını düşünen birisi olarak bilinmekten incinir, buna üzülür. Kaçırılmasından sonra etrafın kendisine yabancılaştığını düşünür. Eşinin öldürülmesi, genç yaşta dul kalışı, savaşın kandan ırmağa dönüşen yüzü, hiçbiri ona böyle zor, böyle derin boşluklar hâlinde gelmemiştir. İffetin muhafazası her şeyin önüne geçer. Lekelenmeden kalmak dönüm noktasıdır; bundan kuşku, başkalaşan, yabancılaşan tavırlar hanımın ruhunu içten içe çökertir…

    Maraş deyince akla gelen Ferhad Bey, bize ilkelerin, değerlerin kişilerden daha önemli olduğunu öğretir. Geleceğini haber vererek gitme düşüncesini yoldaşlarıyla paylaşırken bunu, akıllıca bulmayanlara şöyle der: “Bir avuç Maraşlı memleketinizi yabancıya teslim etmemeğe karar verdiğiniz zaman, yaptığınız hareket bundan daha mı akla yatkındı? Hiç kendinizi düşmanınızla karşı karşıya koydunuz mu? Kaç kişisiniz, kaçınızın eli ayağı tutar, kaç kurşununuz, kaç bıçağınız var? Karşınızdaki kimdir? Top, mitralyöz, tank nedir? Siz hâlâ dedelerinizden kalma baltalarla kılıçları başucunuza asa durun! Sizin gibi insanların binini milyonunu fare öldürür gibi ilaçla, dumanla öldürüyorlar, farkında mısınız? Onlara.. biz Allah’a inanmış insanlarız, ölüm korktuğumuz şey değildir, dediniz. İşte söyleyebileceğiniz biricik söz buydu.” Bu mücadele akıl hesaplarının üstündedir. Sayıların hiçbir karşılığı yoktur. Yalnızca inancın gücü hissedilir. Geriye dönmemek en olası ihtimaldir. Günde kaç Osman, kaç Ferhad gitmekte ve geri dönmemektedir. Onların canı kimin canından daha az değerlidir? Onlar bu toprağa kimden daha az lüzumludur? Öyleyse kişilerin üstünde asil bir ruhun ebedi kalış soy eylemini aziz uğraşı edinmek gerekir. Maddenin yaya kaldığı Anadolu/ Maraş direnişinde ruh tecrübesini kazanmalı, bir sel gibi yıkarak, yok ederek gelen madde ruhla durdurulmalıdır. İmkânsızlıklar karşısında azmini sürekli bileğleyen Ferhad gibi dağları delerek aşmalı, imkânlar dünyasının sırlı perdeleri aralanmalıdır.

    Ferhad Bey’i hiçbir olumsuzluk endişeye sürüklemez, şaha kalkan bu atın kolunu kanadını asırlık tecrübenin gözyaşları kırar. Bu toprağın yetiştirdiği, dallarını her tarafa salmış en koca ağacın sarsılması ve titremesine takat getirilemez. Anadolu dimdik durmalı ki; bakışlarını ona çivilemiş, damarlarında kan olmuş ümmet coğrafyası da dik durabilsin.

    Maraş, içindekini ve etrafındakini kuşatan bir şehirdir. Piyesin kahramanlarından Yolcu, “Maraş’tan başka hiçbir yeri düşünmüyorum. Kendimi buraya o kadar kaptırdım ki, bir an için bu çerçevenin dışında alaka bulamaz oldum.” derken, bize insan yüzlü şehirleri hatırlatır. Böylece şehirlerin ruhu olduğu bir kez daha onaylanır. İnsanı kuran, ona yön işaretleyen ustaların bu şehrin meyveleri oluşunun tarihi köklerine inilir.

    Yolcu, Rusya’da, Kafkasya’da, Anadolu’da bin bir sıkıntı ile boğuşup yaşanmamış hiçbir acı bırakmayarak İstanbul’a dönmeye çalışan adsız bir kahramandır. Kan ve ateş içindeki Maraş, dillerden gönüllere sevgisi çağlayan Ferhad Bey, bir anafor gibi Yolcu’yu kendine çekmiş; Fransızlara ve komitacılara karşı girişilen harbin uğultusu onun kulaklarında kalmıştır. Yolcu’nun Maraş’a olan ilgisi elbette bir Batılının anıtsal değerlere karşı fotoğrafik ilgisi gibi değildir. Hadiselerle sınırlı bir alaka değil köklere tutunan, köklerin izini süren kavrayıştır. Onun kalbi de Ferhad Bey’in kalbi ile bir hizada atmaktadır. Bir trende hızla ilerlemekte, karanlıkları delerek çıkmakta, kısa aralık durulan istasyonlarda ince bir çizgi hâlinde gizil bakışlara tutuklu kalmakta, camlara sürgün yaşamların ardından boşluğa sürüklenmekte ama hep buralı olmanın, buradan konuşmanın heyecanını yaşamakta; bir romana konu olabilecek yaşamları heybesinde gezdirmektedir. Gidecek yeri olmayanlardan değildir. Geldiği yere gidişi de oradan dönüp gittiği yer de bilinçli bir tercihin sonucudur. Yolunu kendisi çizmiştir. Ferhad Bey’de tüm Anadolu’yu görür. Okumuş ve düşünmüş adam inceliği ve geleneğin yoğurduğu Anadolu insanı onu kendine hayran bırakır. Maraş’ın kurtuluş vakti, Yolcu’nun da içinde cevapsız kalan sorularla ama hayranlığı en üst noktada olmak üzere İstanbul’a dönüş zamanıdır.

    Tohum’da yüreğimizi yakan bir acı da düşmanın içimizden olmasıdır. Fransızlar değil de yıllarca ekmeğimizi bölüştüğümüz, suyumuzu bir çeşmeden doldurduğumuz insanlar, Ermeni komitacılar, silahını bize doğrultmuştur. Namuslarını namusumuz bildiğimiz bu insanlar bizi her şeyden ve herkesten çok yaralamıştır. Düşmanın hain oluşu, onun ölümünü de değersizleştirir. Bir savaşçı gibi ölmeyi ona layık görmez yazar. Aniden gelir ölüm Reis’e. Bir kurşun sesi, bir ah nidası bile çok görülür ona; iniltisi duyulmadan aniden ölüverir Reis. Onursuzca ölür, korkudan ölür! Dünyada hiçbir morg yoktur ki Reis’in ölümündeki sebebi anlayabilsin.

    Çıkış noktası Maraş olmak üzere Anadolu’nun ne’liği de tartışılır Tohum’da. Ferhad Bey’le Yolcu söyleşir. “Anadolu nedir? Sen Anadolu’yu bilir misin?” diye sorar Ferhad Bey. “Yaban gözler, Anadolu’ya bakınca tek tük yeri ellenmiş, çok yeri boş, uçsuz bucaksız bir toprak; toprakla bir hizada köstebek yuvası gibi evler, paçavrası yettiği kadar örtünmüş sıska vücutlar ve bu vücutların tepesinde ne düşündüğü, ne duyduğu belirsiz yanık ve asık yüzler” görür. Bu Frenk seyyahın ve onun fotoğraf makinesinin gördüğü, gösterdiğidir. Ferhad Bey, başka bir Anadolu görür. Ruhu olan bir Anadolu… “Bu ruh, dal budak salmış bir ağaç gibi göz önünde fışkırmış hakikatlerden değildir. Bu, en derin ve gizli hakikatlerden olmak üzere kesifleştikçe küçülen ve küçüldükçe gizlenen bir tohum gibidir. Bu ruh, bazen o kadar gizli kalır ki, maddesine küser. Bu, ruhun en büyük istiğnasıdır. Bu en büyük ruhun istiğnasıdır.”

    “Biz bu ruhu tanımıyoruz. Anadolu nasıl duyar, nasıl sever, nasıl yanar, nasıl coşar, nasıl parlar, nasıl patlar, nasıl susar, nasıl düşünür, nasıl gider, nasıl dönmez, biliyor muyuz?

    Hayır, bilemeyiz. Karanlık bir kuyuda yaşar gibi içinde yaşar. Boynunu kesseler sırrını vermez.”

    “Madde ruhun hizmetine girdiği anda kuvveti yüz binlerce kere büyür. O zaman bir teneke parçası bir süngüye ve bir çakmak taşı bir topa bedeldir. O zaman kemik, çeliği yer ve kan ateşi yutar. Maraş’ı böyle anlayın.” “Ruhu unuttular. Ağaç tohumu unuttu.”

    Maraş, kumaşın gönül gergefinde dokunup biçildiği, toprağın emek ve alın teriyle yoğrulduğu, nehirlerin denizi araması gibi maddenin manayı aradığı, zamanın ritmini yakalayan bir şehirdir. Maraşlı da zamanın ruhunu taşıyan, tohumunu unutmayan ağaçtır.

    Ağaç, tohumu; insan, anasını unutur mu?